Genellikle kendimi anlatmaktan kaçınmış, nesnel olmaya özen göstermişimdir, Ama yaş ilerleyince, insan deneyim ve anılarını dışa vurma gereksinmesi duymaya başlıyor. Ben de o aşamadayım şimdi.

Hoşgörülere sığınarak, önemli bir iletişim sorunumu anlatmak istiyorum: Uzun konuşma yeteneğim gelişmemiştir. Düşüncemi iyi anlatamamaktan ya da başkalarının zamanını çalmaktan çekinmişimdir hep. Örneğin anlattığım fıkralara pek gülen olmaz. Topluluk önünde, çekinmeden konuşabildiğim tek ortam, derslikler olmuştur.

Genelde tek bir kişiyle konuşurken sorun olmuyor, ama çoklu söyleşilerde, çabuk sıkılır, susarım. Onları dinliyormuş gibi yapmaya zorlansam da, konuşanların sözü ilgimi çekmeyince, istemeden dinlemediğimi belli ederim. Bu yüzden sitem edenlerim çok olmuştur. Onlardan özür dileyerek, gönüllerini almaya çalışırım (Kiminle iletişim kuracağını, kimden söz edeceğini, vb. kibirli yapısının etkisine göre ayarlayanlar çıkarsa, bunu anladığım andan başlayarak, onların yer aldığı ortamdan uzak durmaya çalışırım).

Kendimi hep konuşma özürlüsü olarak duyumsadığımdan, daha çok yazılı anlatıma başvurma yolunu seçmişimdir. İlkokuldan başlayarak, kompozisyondan ve yazılı sınavlardan iyi not almış, ama sözlü sınavlarda yüzümü ağartacak sonuçlar alamamışımdır. O nedenle arkadaşlarım arasında “kopyacı” olduğumu bile düşünenler çıkmıştır. Oysa bunu yapacak denli yürekli değilimdir.

Yazılı anlatım bana daha çok uyduğundan, konuşmalarım genellikle “kitabî” olmuştur. Örneğin lisedeyken bir kusurumdan dolayı beni azarlamış bulunan bir öğretmenimden özür dilemek için, bir gün öncesinden ve de bütün bir gece boyu bir “özür söylevi” kurgulamakla kafa yormuşumdur. Sanki yazı yazarken değiştirmeler, düzeltmeler yapıyormuşum gibi… Ertesi gün kendisiyle koridorda karşılaştığımda, öğretmenim konuşmamı şaşkınlıkla, kaşlarını çatarak dinlemiş ve “ukalalık etme!” diyerek yanımdan uzaklaşmıştı.

***

İlkokuldayken köyde okuma yazma bilmeyenlerin mektuplarını yazmakta ünlenmiştim: Onlar söylüyor, ben yazıyordum. Çoğu kez söylediklerini kendi yazı dilime çevirdiğim oluyordu. Kimileyin söylemediklerini de yazıyordum! Yazdıklarımı okuduğumda çok beğeniyorlardı. Giderek, her şeyi bana bırakanlar oldu. O zaman nerdeyse tüm mektup benim eserim olurdu. Gelen yanıtları okumak da doğal olarak bana düşerdi. Mektuplaşanların çoğu eş, nişanlı ya da sevgililerdi. Anlayacağınız birçoklarıyla sırdaş olmuştuk. Diyebilirim ki daha çocuk yaşta “aşk mektubu” uzmanı sayıyordum kendimi.

Bu mektup yazma işi beni o denli sarmıştı ki, giderek uzakta olan büyüklerime, örneğin, yakınım olsun ya da olmasın, özellikle askerde olan tanıdıklara, kendi adıma mektuplar yazmaya başladım. Onlardan da bana teşekkür ve övgü dolu yanıtlar alır, mutlu olurdum (sanırım onlar da…).

Ben ne bir yazarım, ne de gazeteci. Bu yönde bir tutkum da olmadı. Roland Barthes’ın deyişiyle, “yazının sıfır düzeyi”nde kalmışımdır hep: Anlatımda ve içerikte bir biçem (stil, üslup, vb.) arayışında olmamışımdır. 1962’de lise ikideyken öğretmenlerimin çıkardığı “Yeni Adım” dergisine bir yazı vermiştim, çıktı; ikincisini verdim, o da çıktı. Birinin başlığı “Dilenci Delikanlı”ydı. Ötekini unuttum.

Üniversiteyi bitirdikten sonra annem, “artık bunlara gerek kalmadı” diyerek, bana sormadan, evdeki bütün kitaplarımı, dergilerimi; basılı ya da el yazısı neyim varsa hepsini yakmıştı! İlk yazılarımı içeren o iki dergiyi de… (Ama bunu yapmasının gerçek nedeni, bir “anarşik” suçlamasıyla başıma kötü şeyler gelmesini önlemekti: 68’li yılların acısını en çok analar çekmiştir).

Bu gazetede yazma isteğim de, içimdekileri dışa vurma gereksinmesinden başka bir amaca yönelik olmamıştır. Tam elli yedi yıl önce bir okul dergisinde beni yazı yazmaya iten güdü neyse, o gün bu gündür aynı duyguyla yazılar ve kitaplar yazdım. Şimdi de, yüzüstü bırakmış olduğum daha kapsamlı ve kalıcı (olmasını dilediğim) çalışmalarıma dönüyorum. Bana iki yıla yakındır cömertçe konukseverlik göstermiş olan “9 Eylül” yönetimine ve hasbelkader birkaç okuyanım çıkmışsa, onlara içten teşekkürlerimle…

Benim “çakma” gazeteciliğim buraya kadar.