“Dinozoru incelemek için dinozor olmak gerekmez” -Akşit Göktürk-
Başlıkta “felsefe” sözcüğünü kullandım, ama ben ne bir felsefeciyim ne de bir filozof. Buna karşılık her okuryazar gibi bu sözcüğü çok sık duyanlardanım. Alabildiğine değişik bağlamlarda, kullanımı öylesine yaygındır ki, kimileyin ekmek su gibi yakınımızda, kimileyin de anlaşılması güç betiklerde çetrefil bir trigonometri işlemi gibi uzağımızdadır. Örneğin, “Benim yaşam felsefem şudur…” diye başlayan birisinin en sıradan söyleşisini büyük bir keyifle dinleyebiliriz, ama “Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin ‘Also sprach Zarathustra’ (Böyle Buyurdu Zerdüşt) adlı yapıtında tanrı kavramı…” diye başlayan bir söz duyduğumuzda neredeyse kulaklarımızı kapatırız. Üstelik Nietzsche, dünyanın en zor anlaşılan düşünürlerinden biridir. Daha da üstelik iktidarlarının felsefeyi lanetlediği bir ülkenin yurttaşlarıyız…
Kimilerine göre felsefe bir bilim, kimilerine göre değil. Sözcüğe “düşünbilim” gibi güzel bir öz Türkçe karşılık üreten dilcilerimize göre, birinci anlam geçerlidir: Yani felsefe bir bilimdir. Ama bendeniz, daha çekinceli bir tutumla, “düşünbilgisi” demeyi yeğlerim.

***
Bizim toplumumuzda genellikle “biri mi, öteki mi?”, “ya biri ya öteki” gibi ikili karşıtlaştırma eğilimi ağır basar. Örneğin “Sanat, sanat için midir yoksa toplum için midir?” türünden saltık bir seçeneğe indirgenen sorular, bana göre kolaycı bir yaklaşımdır. “Felsefe bir bilim midir değil midir?” de öyle. Birinde ya da ötekinde “Hepsi toplum içindir” deyip içinden çıkmaksa, her söylem türünün başka şeyler içinde taşıyabileceği gerçeğini dışlıyorsa, kanımca o da yanlıştır.
Her yaratı ürünü (söz dışı sanat ya da söylem), onu üretenin isteğine mi bağlıdır? Örneğin bir yontucu, “Ben bu yapıtımı toplum için yapıyorum” derse, sanatın temel ereğinden büsbütün kopabilir mi? Ya da bir ozan “Ben bu şiirimi, yalnızca şiir olsun diye yazıyorum” derse, insanların o şiirden gündelik yaşam adına kimi izlenimler edinmesini önleyebilir mi?
Uygulamada felsefeye iki tür yaklaşım söz konusudur: Birincisi doğrudan doğruya “felsefe yapanlar”ın, yani filozofların; ikincisi, felsefe uygulamalarını (tarihçesini, içeriklerini, yöntemlerini, vb.) inceleyen bilim insanlarının işidir. Bu ayrıma göre örneğin, Aristoteles ve Kant birer filozof, Macit Gökberk ve İsmail Tunalı birer felsefecidir. Burada bilimsellik, daha çok ikinciler için geçerlidir.
Yani filozofun ürettiği anlatımların tümü bir tür “söylem”se, felsefecinin ürettiği “söylem üstüne söylem”dir.
Ben doksanlı yılların başlarında, üniversitedeki şiir üstüne çalışmalarımı, üniversite dışındaki yayın dünyasına taşıdığımda “şiirbilim” terimini kullanmaya başladım. Bunu, sözcük olarak kendim ürettim (ya da bilgim dışında daha önce başkaları üretmiş olabilir), ama kavram olarak Batı'nın genel dil kuramları dünyasında oldukça eskidir.
O yıllarda öteden beri şiir üstüne eleştiri yapanların çoğu, “sübjektif” bir ürün olan şiirin “objektif” olan bilimsel yöntemle incelenemeyeceği savını öne sürerek “şiirin bilimsel olarak incelenmesi” yöntemine karşı çıktılar. Belli ki benim gibi şiiri inceleyenlerin kendilerini ozanların yerine koymalarını (!) kabul etmiyorlardı. Oysa kendi payıma ben, gırgırına bir iki deneme dışında, hiçbir zaman ciddi ciddi şiir yazmaya yeltenmemişimdir.
Felsefenin bilim olmayışının ayırıcı özelliği, “yöntem” denilen bir ortak paydasının olmaması, dahası böyle bir ortak payda arayışı içinde bulunmamasıdır. Çünkü felsefeyi belirleyen başlıca nitelik, alabildiğine özgürce bir düşünce, daha doğrusu bir “düşün” (fikir) açılımıdır. Başlıca dayanağı da mantıktır. Tarihe geçmiş filozoflardan kaynaklanan söylemler de bir tür “sıkı felsefe”dir. “Gevşek felsefe”lerle, “sıkı” söylemleri irdelemek boşuna bir kolaycılıktır.