Bir yerlerden kulağıma çalıyor. Uzaklardan geliyor bir nağme. Vuruyor yüreğimin ince teline. "İşte gidiyorum çeşmi siyahım..." diyor. "Aramıza dağlar, sıralansa da... …Sermayem derdimdir..." diyor Usta, "Servetim âhım..." Sanki ilk defa dinler gibi. Bu nasıl söz? Bu nasıl kelam? Bu nasıl derin anlam? Şaşırdım ellaam…

"Karardıkça bahtım karalansa da..." Bildiniz mi dostlar? Âşık Mahzuni Şerif derler adına...

Yine, yeniden, yakıyor da geçiyor adeta;Usta'nın sazından dökülenler, vuruyor yüreğimin mıhına mıhına...

Bugün bir âşık öldü dostlar. Hem öyle böyle bir âşık değil. Bugün Âşık Mahzuni Şerif öldü. Asıl adı Şerif CIRIK... 17 Kasım 1940'da, Kahramanmaraş’ın Afşin İlçesi’nin şu andaki ismi Tarlacık olan Berçenek Köyü’nde dünyaya geldi. 1940’lı yıllarda, Berçenek’te ilkokul olmadığı için, Elbistan’ın Alembey Köyü’nde, Lütfü Efendi Medresesi’nde Kur’an eğitimi aldı... Sonrasında köyüne gelen ilkokulu bitirerek, 1956 yılında Mersin Astsubay Okulu’na gitti. 1960 yılında ise, Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’nu bitirdi...

Başarısının gereği; Kuleli Askeri Lisesi’ni aynı yıllarda hak etmesine karşın, toplumculuğa gönül verdiği için ordudan ihraç edildi... Ardından, tek bildiği işe döndü Usta. Müzik yapmaya başladı. 1961 yılından itibaren; yüzlerce plak, kaset yaptı. Hakkında yazılan ve kendi yazdığı kitaplarla birlikte uluslararası edebi tartışmalara konu oldu...

1998 yılında dünyanın; yaşayan üç büyük ozanı arasında, birinci sırayı aldı. Mahzuni Şerif, kendisini dünya kültürleri içinde bir parça, mazlum milletler içinde ise bir birey olarak tanımlamış ve bu iki gerçekten yola çıkarak; sapmadan, dönmeden kendi yolunda devam etmiştir...

Mahzuni ordudan ayrıldıktan sonra toplumsal, siyâsi konuları ele alıp; bir yandan geleneksel Halk şiirini devam ettirirken, diğer yandan da protest şiirlerle halkın sorunlarını dile getirmiş; bir halk âşığı, halk ozanıdır...

Mahzuni; 1961 yılında, adını Suna yaptığı İtalyan asıllı Sovina’yı çok sever ve O’nu kaçırarak evlenir. Bu evlilikten Ferhat, Şirin ve Emrah adlı üç çocukları olur. 1964 yılında dünyaya gelen oğulları Emrah, henüz birkaç aylıkken; Mahzuni, Suna ve Emrah’ı babası Zeynel’e emanet ederek vatani görevini yapmak üzere askere gider...

Bu arada hastalanan Emrah’ı; o zamanlar, sadece iki çocuk doktorunun bulunduğu, Elbistan’a götürürler. Doktor tarafından hiç de iyi karşılanmazlar. Bu olay; mektupla, askerde bulunan Mahzuni’ye bildirilir. İşte tüm Türkiye’nin tanıdığı; “Acı doktor; bak bebeğe, Berçenek’ten yaya geldim...” türküsü, o günkü olaya aittir...

1971 yılında; askeri darbe sonucu Süleyman Demirel hükümeti devrilmiş, Nihat Erim başkanlığında bir hükümet kurulmuştu. Bu hükümet, sol kesime karşı şiddetli baskı uygulamış ve 1972 yılında, üç fidan; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmişlerdi. Bu olaylar üzerine Mahzuni Şerif; çıkardığı 45’lik plakta, “Erim erim eriyesin, sürüm sürüm sürünesin...” diyordu... Bu şiiri yüzünden hakkında hemen dava açıldı. Fakat devrin başbakanı Nihat Erim; “Bir halk ozanı, başbakanı sevmek zorunda değildir...” diye ifade verip, şikâyetçi olmayınca; dört yıl yerine,10 ay hapis yatıp tahliye oldu...

Yıl 1973... Mahzuni Şerif; elinde sazı, Sivas’ın Sivrialan Köyü’ne, Âşık Veysel’i ziyarete gider. Âşık Veysel’e, Mahzuni’nin geldiğini söylerler. Mahzuni içeri girince, Veysel Baba ayağa kalkar. Yanındakiler şaşırır. Çünkü Âşık Veysel, o tarihe kadar kimseyi ayakta karşılamamıştır. Veysel Baba’ya, neden Mahzuni’yi ayakta karşıladığını sorarlar.Veysel Baba’nın cevabı çok açıktır: “Susun, gelen Pir Sultan olsa gerektir..."

70’li yılların ortalarında, 8 yıl süre ile sahnelere çıkması ve yurtdışına gitmesi yasaklanır. Geçimini ufak bir dükkânda, plak satarak sağlamaya çalışır. Bu yasaklı yılları şöyle anlatır Âşık Mahzuni: “Türkü söyleyememek beni çok üzüyordu. Canlı bir balığı tutun ve kumun üzerine atın. O balık; o denize nasıl bakıyorsa, ben de türkülere öyle bakıyordum...”

1980’li yıllarda; bir yandan popüler şarkı ve türküler yaparken, bir yandan da, insanın özüne doğru yolculuk yapıyordu… Yıl 1993, Temmuz ayının 2'si… Anlayacağınız dostlar, Madımak Katliamı. Sivas mı daha sıcak, yoksa yüreklere ve bedenlere yakılan ateş mi? 35 aydın insan, tüm dünyanın gözü önünde yakılıp katledildi. Hem de Türkiye’nin tam ortasında Sivas’ta… Mahzuni dertlendi; hemen yazdı, yaktı türküsünü: "Devlet baba, devlet baba! Ne kötülük ettik sana. Döne döne, yana yana. Piştik Sivas ellerinde...Mahzuni, tekbir sesliler. İçerde yanıyor can'lar. Şeriatın içtiği kanlar. Bileniyor tüm insanlar. Tüm Sivas’ın suçu yoktur. Ama yaktı Sivaslılar..."

Âşık Mahzuni Şerif; son iki yılında, ölümünün yaklaştığını dostlarına bildirerek vasiyetini açıklamıştı: Öldüğünde; Hacı Bektaş’a, pîrininirşad ettiği topraklara gömülecek, mezarının bulunduğu topraklara bostan ekilecek, gelen geçen yolcu, bu bostanlardan yiyecekti…

Daha yazacak, çığıracak çok türküsü vardı ya; 20 yıl önce bugün, 17 Mayıs 2002'de, 62 yaşındayken henüz Almanya’nın Köln şehrinde hayata gözlerini yumdu Usta... O anda bile, devletin düzenini yıkmak suçundan yargılanıyordu...

"İşte gidiyorum çeşm-i siyahım.

Önüme de, dağlar sıralansa da.

Sermayem derdimdir, servetim ahım.

Karardıkça bahtım karalansa da...

Haydi dolaşalım yüce dağlarda.

Sen beni bıraktın ah ile zarda.

Ötmek istiyorum viran bağlarda.

Ayağıma cennet kiralansa da...”

Dediği gibi; türkü yaka yaka,vatanına hasret gitti adeta... Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin yakınındaki; Çilehane adı verilen bölgede, huzur içinde yatıyor şimdi... Görebiliyor musunuz? Hissedebiliyor musunuz? Duyabiliyor musunuz, gönül telinize vuran mısralarda... Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla...