Cumhuriyet Gazetesi çalışanları yargılanıyor.
Sözcü Gazetesi'nden Gökmen Ulu ile Mediha Ulu'nun tutukluluğunun üzerinden ise 109 gün geçti. Haklarında iddianame yazılı değil hala.
160 gazeteci tutuklu olarak zindanlarda.
***
Örtülü sansürdür bunun adı.
“Yazma” demenin hukuk kılıfına giydirilmiş halidir.
Gazeteciye “gerçeği arama” demenin, halkla ilişkiler şirketi çalışanı gibi davranmasını öğütlemenin en açık halidir...
***
Bir hikaye de bizde var...
Kimini hiç tanımadığım, kimiyle sohbet etmişliğim, kimiyle ise hem İzmir Gazeteciler Cemiyeti hem de 9 Eylül Gazetesi ile ilgili “haksız” olduğunu düşündüğüm yazıları/suç duyuruları nedeniyle karşı karşıya geldiğim isimler.
Bir taraftan bakınca, “sana ne” diyenlerin de olduğu bu dönemde, söylenenlerin aksine onların içine çekilmek istendiği durumu anlatmak zorundayım.
“Fikirlerinize katılmıyorum ama bunları söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunacağım” diyen Voltaire'nin duyarlılığı gibi.
***
Aslında Sözcü Gazetesi muhabiri Gökmen Ulu'nun araştırdığı/haberleştirdiği İzmir'deki bazı şirketlerin “yasaya aykırı” işlemleri, yine İzmir'deki başka gazeteciler tarafından da haberleştirildi.
Hafta sonu Sözcü Gazetesi yazarı/televizyoncu Uğur Dündar'ın da yazısında belirttiği gibi, Gökmen'in bugün tutuklu olmasındaki “en büyük neden” yaptığı bu haberlerdi.
Aynı haberler yargılanıyor bugün.
Hem de “rüşvet, şantaj, iftira” gibi toplum içinde yüz kızartıcı suçlardan.
İddialar, mahkeme aşamasına girdiği için kapsamlı yorum yapmak doğru olmaz. Mutlaka adalet geç de olsa “doğruyu” bulacaktır. Ancak gerek “müşteki” durumundaki kişi/kuruluşların ifadelerine bakıldığında, gerekse iddiaların “soyut” kavramlarla “böyle olmuş olabilir” mantığıyla ilerliyor olmasından ortaya tehlikeli bir sonuç çıkıyor.
“Benim aleyhimde yazma...”
***
Toplumun hiçbir kesiminin/kişisinin adalet karşısında ayrıcalığı yoktur.
Gazetecilerin de...
Hukuk kurallarına kim “aykırı” hareket etmişse adalet karşısına çıkar.
Ancak, özellikle de hukuku kullanarak gazetecilerin görevini yapmaya çalışmasını engellemek, basın özgürlüğüne vurulan en büyük darbedir.
Bunun adı sansürdür...
Güç odaklarına ve de özellikle iktidarlara karşı halkın gerçekleri bilmesi adına “gerçeğin” peşinde koşmak gazetecinin en temel görevidir.
Zaten bunu yapmıyor/yapamıyorsa o zaman gazeteci değil, halkla ilişkiler görevlisidir.
***
İşte bu arkadaşlar da, sorgulamışlar, araştırmışlar ve kendi elde ettikleri bilgileri kamuoyu ile paylaşmışlardır. Paylaştıkları bilgileri “Şöhretime/ticaretime zarar verdi, bunu da benden rüşvet almak için yaptı” derseniz, ortada ciddi bir durum var demektir.
Elinizde sizden “rüşvet” istendiğine dair bir kanıt yoksa, haber yapmayı “şantaj” olarak değerlendirip, üstüne de “iftira atıyorlar” derseniz, "siz aslında gerçeklerin yazılmasını istemiyorsunuz” derim.
İnceleyebildiğim, sorgulayabildiğim kadarıyla, haklarında dava açılan ve peşin peşin “şantajcı, iftiracı, rüşvetçi” ilan edilen bu kişilerle ilgili öyle elle tutulur “somut delil” göremedim.
Üstelik devlet memurları için işletilen “rüşvet” suçunu gerekçe göstererek telefonlarını dinlemiş ve “suç unsuru bulunmadığı” için imha edildiği mahkeme kararı ile belirtilmişken...
Üstelik suçlayanların “öyle olduğunu düşünüyorum” gibi hukuki hiçbir değeri olmayan ifadeleri durup dururken.
***
Üzerine basa basa bir daha söylüyorum.
Kimi görüşlerine “katılmasam” bile, araştırdıkları, soruşturdukları, rahatsız ettikleri ve bunu saklamayarak “haber” yaptıkları için yargı önüne çıkacak olan gazetecilerle birlikteyim.
Mesele, yargılanmak meselesi değildir.
Mesele, “hukuk ve yargı yolu ile” sansüre yol açacak uygulamalara direnmektir.
Yoksa yarın ne hırsızlığı, ne yolsuzluğu, ne hukuk dışı işlemleri yazamayız.
O zaman da gazeteci değil, halkla ilişkiler memuru oluruz.
Bunu da vicdanıma anlatamam...