Geçenlerde Fransız ve Rus edebiyatının seçkin yazarlarından Pierre Loti ve Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in İzlanda Balıkçısı ve Yüzbaşının Kızı isimli romanlarını yeniden karıştırdım.
Hemen hemen aynı zaman periyodunda kaleme alınan bu eserlerde, Fransa’nın Kuzey kıyıları ile Rusya’nın Orta Asya derinliklerindeki steplerde geçen ve zorlu yaşam koşullarında şekillenen bir aşk örgüsü etrafında muazzam bir dönemsel sosyolojik betimlemelere yelken açar okuyucu..
Ünlü Afrikalı Komutan Hannibal’in soyundan gelen bir aristokrat olan Puşkin, Rusya’nın uzak diyarlarının toplumsal dinamiklerini satırlara dökerken Çarice II. Katerina’dan asi ve isyankar Pugaçev’e kadar tarihsel kişilikleri de anlatımına katar. Çarlığa başkaldıran Pugaçev kişiliğinde, zamanın sosyal dokusunun kitlesel isyana nasıl evrildiğini ve oluşan kargaşanın tüm toplumu nasıl bitap düşürdüğünü ayrıntıları ile dile getirirken, bu kargaşada Piyotr Andreyiç ile Maria İvanovna'nın aşklarını sabırla örer.
Yoksul Tatar köyleri, sefaletin kol gezdiği kırsal doku, isyanda el değiştiren kasabalar, korkunç yaşam koşulları ve kötü çarlık yönetiminin yarattığı Emelya Pugaçev gibi yerel zorbalar ve bunlara ilave edilecek hiçbir zorluk, aşkın yeşermesini engelleyemeyecektir.
Pierre Loti de, yılın altı ayını Fransa’nın Manş Boğazı'na ve İzlanda kıyılarına bakan Bretagne bölgesindeki Paimpol Köyü'nde, diğer altı ayını da balık avlamak için denizlerde geçiren sıradan balıkçılara odaklanır İzlanda Balıkçısı isimli eserinde. Tüm köyün tek geçim kaynağı denizdir ama bu bedelinin zaman zaman ölümle ödendiği zorlu bir mücadeledir. Deniz onlara göre büyük bir kaygı ile mezarlıktır, Kuzey'in uzun geceleri de bir kefen gibi vücutlarını sarmaktadır. Karada eşlerini denize gönderen kadınlar eşlerinin gelişini kaygı ile beklerken kavuşma anlarında bile mutluluklarını dışa vuramazlar çünkü komşularından dönemeyen tanıdıklarının hüznü ruhlarını kaplar.
Elbette, bu küçük köydeki tüm zorluklara rağmen Yann Gaos ve Gaud Mervel aşkı filizlenir. Yani denizin hırçın dalgalarından insanın kalp atışlarına giden patika umutları yeşertir. Paimpol ve Ploubazlanec sakinlerinin, ya denizlerin aldığı ya da sömürgeci Fransız Rejimi'nin zorunlu olarak askere aldığı yurttaşlar olarak uzak diyarlardaki savaşlarda yitirilen çocuklarının yasını tuttukları harabeye dönmüş yoksul kulübelerinde biteviye yaşam devam eder.
Her iki romanda, gerek Manş Kıyıları'nın yükselen siyah bulutları altında gerekse Rusya'nın steplerindeki cam gibi keskin rüzgarlarının etkisinde, büyük bir yoksulluk içinde hüzünlü bir geleceğin yükü ile güne başlayan insanlar, yine de kalplerinin güçlü ve sert kılıfları ile bu kederi yenmeye çalışırlar. Ne diğer bölgelerde yaşayan Fransızların anlamadığı Breton lehçesi onların derdidir ne de komşu eyaletlerin durumları... Odaklandıkları sadece geçimlerini limitlerde sağlamaya yetecek bereketli bir balık av sezonu ya da verimsiz topraklarda yeşeren buğday başaklarıdır sadece.
Yoksulluk diz boyudur, Fransanın Manş kıyılarında ve Rusya’nın derinliklerinde. Sert Kuzey rüzgarlarının kıyı boyunca bitkileri ufaltıp kurutarak bodurlaştırması gibi bozkırın karasal sert iklimi de bereketli buğday başaklarına izin vermez.
Her iki yazar da dünyada hiç eskimeyen tılsımlı bir dilden bir öykü anlatır esasında... Aşkı... Ekmek kavgası ve toplumsal dinamikler,zaman zaman da yaşadığımız pandemi gibi küresel hastalık ve savaşlar dünyamızı karanlığa sürüklese de, sevgi parlak bir ışık gibi yaşamımızı güzelleştirir.
Belki buradan politikacılara yalın bir mesaj verilebilir: İnsanın mutluluğu ve toplumsal refah ana hedeftir, tüm siyasi stratejiler için..