“İkra!”, Kuran-ı Kerim için inen ilk Vahiy. Genellikle “Oku!” diye çevrilse de, yazılı bir ileti değil, Kuran-ı Kerim’in tümü gibi, o da Allah’ın yalnızca Hz. Muhammed’e “ayan” ettiği bir buyruk. O’nun tanıklığına dayanılarak sonradan yazıya dökülmüştür. Öteki üç Kutsal Kitap’ta da aynı buyruğun yer aldığı söylenir… Bu kutsal “İkra!” kavramına, genellikle “okuma”nın önemini inanç temelinde de vurgulamak amacıyla başvuruluyor; yani “okumak kutsaldır” demek istiyorlar.
O dönemlerin kitleleri gönümüzdeki okuma-yazma enflasyonundan çok çok uzaklardaydı ve yazı yoluyla düşünceyi saptırmak gibi bir tutumları olamazdı. Kuşkusuz insanlığın zamanla geliştirdiği bu beceri, her dönemde vazgeçilmez bir gereksinme olmuştur, ama aynı ölçüde bir erdem göstergesi de sayılmaz: Nice yalanlar, tutarsızlıklar, boş sözler yazıya dökülebilir. Çünkü “yazı” denilen iletişim aracı, her türlü sözün görselleştirilip kalıcı kılınmasından başka bir şey değildir. Tıpkı konuşmanın sesyazara kaydedilmesi gibi…
Burada sözü uzatmamak için ayrıntıya girmek istemiyorum. En azından, her yazının ya da her kitabın, onu okuyacak olanların ilgi alanıyla, bilgi düzeyiyle, dünya görüşüyle ya da daha önemlisi herkes için geçerli olan nesnel mantıkla bağdaşmayacağını belirtmek istiyorum. Karşıtlarımızı da okumak elbette ki kaçınılmazdır; ama bizi ikna edebilecek mantıklı birikime dayandıklarından kuşku duymamak gerekir. Bu ölçüt, yandaşlarımıza yönelik tutumumuz için de geçerlidir. Çünkü son çözümde karşıtlar arasında da bir eşdeğerlik ekseni olur, olmalıdır.
Çok önemli bir sorun da okuma tembelliği ya da daha doğrusu okuma yetersizliğidir . Özellikle çok yazıp da okumaya pek yanaşmayanlarda görülen bir sığlıktır bu. Hepimiz kendimizi bu açıdan sorgulamalıyız. J. – J. Rousseau “İnsan için en rahatlatıcı şey kendi kusurlarını itiraf etmektir” der. 28 yıl önce en verimli çağında aramızdan ayrılan, değerli hocam ve dostum Prof. Dr. Berke Vardar (1934-1989) “Hiçbir şey okumaksızın kitap yazma mucizesi yaratan bilim insanlarımız var” demişti. Bu bir abartmaydı kuşkusuz, ama bir gerçekliğe de parmak basıyordu. “Okumaktan çok yazmaya bakıyoruz” demek istemişti.
Buna karşılık ülkemizde okuma yazma bilenlerin oranı yüzde yüze yaklaşmıştır. Bin dokuz yüz yetmişli-seksenli yıllarda, oranı yükseltmek için, okuma yazma bilmeyen ev kadınlarına kurslar düzenlenmişti. Bu seferberliğe büyük bir ilgi gösterilmişti. Annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, ablalarımız bayağı bir heceleme yarışına girmişlerdi. Hiç unutmam: Bir karikatürcümüz kara tahtaya birşeyler yazmaya çalışan yaşlı bir teyze çizmişti: Zorlanarak yazabildiği şey şuydu: BAN-KER-KASTELLİ! Banker furyasının önderlerinden rahmetli Banker Kastelli’nin firma adını kendisi yazmaya çalışıyordu. Belli ki, hemen bütün gazetelerde tam sayfa ve tek kanallı TRT televizyonunda aynı günde birçok kez yayınlanan ünlü bankerin reklamları işlemişti kafasına. Giderek, okuma-yazma becerisinin daha nelere araç edildiğine tanık oluyoruz. Aynı şey kitap konusunda da geçerli.
Ne var ki yazma furyası ile okuma etkinliği arasında bir ters orantı var gibi: Sanki yazanlar çoğaldıkça okuyanlar azalıyor. Çünkü okuma isteği, salt bilgili olmanın değil, bilinç ve kültür gelişmesinin de bir sonucudur. Ayrıca okuma-yazma oranının yükselmesiyle birlikte, her sayısal artışın da bir kalkınma gibi gösterilmesi doğru olamaz. Söylemesi bile fazla: Önemli olan nitelik.
Özellikle Y.Ö.K. dönemiyle birlikte, sayısal düzey en belirleyici ölçüt oldu: Örneğin akademik yükselmelerde başvuru dosyasını, içerik değil de, sayıca ne denli çok eser (kitap, makale, vb.), etkinlik (konferans, kolokyum, vb.), (çoğu başkalarına çevirisi yaptırılmış) yabancı dil metinleri, dış gezi (yabancı ülkelerde bulunma) bilgisi varsa, o denli başarılı sayılıyor. Öyle bir nicelik dosyası ki, hiçbir jüri üyesinin her birini okuyup değerlendirmeye kalkması beklenmiyor, sorgulanmıyor.
Zaten o üyenin kendisi de büyük olasılıkla öyle yükselmiştir!