Genel anlamı olarak, biriyle ilgili olarak yetkililere verilen kötüleme, ihbar yazısı olarak biliriz jurnali. Osmanlı'da Sultan Abdülhamid, doğrudan kendisine bağlı bir istihbarat teşkilatı kurmuş, buna gerekçe olarak da veziri dahil pek çok devlet yetkilisinin başka devletler adına çalışmasını göstermişti.
Abdülhamit'in isteği sonucu olarak kurulan teşkilat Yıldız İstihbarat diye bilinir.
Teşkilat, emsallerinden farklı olarak devlete değil tek bir kişiye, Abdülhamid'e hizmet veriyordu. Çok kısa sürede o kadar genişledi ki, saraya ayda 3 binden fazla jurnal gelmeye başladı.
1908 yılında Abdülhamid'in tahttan indirilişine kadar faaliyetlerine devam eden Yıldız İstihbaratı'nda toplanan bilgiler yakılarak imha edildi.
Yıldız İstihbarat Teşkilatı'nın Teşkilat-ı Mahsusa ve şimdiki MİT'in temeli olduğu söylenir.
***
Sadece Abdülhamit'e bilgi veren Yıldız'dan, Cumhurbaşkanı'na ve Başbakanı'na bilgi veremeyen, hatta aranıp ulaşılamayan MİT'e dönüşen istihbaratımız, kendini toparlayayım derken, sadece son 12 saatte verdiğimiz şehit sayısı 10.
İçinde bulunduğumuz ince çizgi, başarısız kalkışma girişimi ve OHAL uygulamaları neredeyse 21. yüzyıl Türkiye'sini Abdülhamit dönemine çevirdi.
Hiç küçümsemeyin...
Ortalık kendisini gazeteci, siyasetçi, öğretmen, mühendis, doktor vs. sanan jurnalcilerle doldu. Bunun bir anda olduğunu söylemek doğru değil. Yaşadığımız jurnal günleri, biraz da eskiden kalma hırs ve koltuk merakı yüzünden.
Fırsatı bulmuşken etrafında kim varsa doğru/yanlış yazan-çizenler, bir de sosyal medyanın gücü sayesinde aslında emellerine ulaşıyorlar. “Filanca da örgüte çalıştı” diye başlayan ve “Yarın felancalara da operasyon yapılacakmış” tümceleri ile süren bu jurnal akımı, aslında insanlıkta geldiğimiz noktayı da gösteriyor.
***
Her gün yüzlerce ihbarın geldiği, her saat onlarca insanın bilip bilmeden karalandığı bu dönemden kurtulmamızın tek yolu demokrasi ve adalettir. Demokrasi, adalet için güvence, adalet de demokrasi için olmazsa olmazdır. On yıl önce dalga üzerine dalga yapılan Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde, günlerce televizyonlardan karalanan/horlanan insanların kendileri ve yakınlarının yaşadıklarından anlaşılıyor ki hiç ders almamışız.
Naklen yayınlarda, gazete köşelerinde, internet üzerinden yayılan nefret dilinin, toplumun sonrasında yaşadığı ayrışma ve kutuplaşmada hiç mi payı yok dersiniz?
Bugün aynı dili kullanarak, benzeri bir ayrışmayı körükleyenler, meydanlarda oluşturulmaya çalışılan havaya ne kadar uygundur. Ya da açıkça soralım; meydanlar gerçekten farklı fikirlerin birbirine daha hoşgörülü bakmasını sağlamış mıdır?
Üzülerek, bu soruya evet yanıtı veremiyorum.
Henüz tam olarak göremesek ve adaletin iş yoğunluğu nedeniyle henüz somut örnekleriyle yaşamasak da, bu korkunç ayrımcılığın temellerinin atıldığını fark edemiyor musunuz?
***
Devletin her kademesinde gözaltı/tutuklamaya son olarak ticaret hayatı da eklendi. Ortalık toz duman. Herkes bundan sonra bu kalkışmanın siyaset ayağını merak ediyor. İşte en büyük tehlike de burada başlıyor. Özellikle sosyal medyada kendi partili arkadaşlarını jurnalleyen takma isimli pek çok (özel) kişi, geleni gideni suçluyor.
Herkes başımıza istihbaratçı kesildi.
Herkesin bildiği ne çok şey varmış...
Oysa öyle görünüyor ki, en çok da bu jurnalcilerin geçmişi karanlık. Kendi karanlıklarını örtmek için ve iktidara yaranmak adına karalamadıkları kimse kalmıyor...
***
Abdülhamit'in jurnalcileri, bir zaman sonra yalan yanlış istihbaratları ile topluma korku salınca, kimsenin kimseden emin olmadığı zamanlar yaşanmıştı.
Kızıl fesleriyle hemen tanınan hafiyeler, herkesin ürktüğü ve nefret ettiği kişiler haline gelmişti. O yüzden de halk bu jurnalcilere, “Ey kırmızı fesler, a köpek yüzlü asesler*” diye seslenirdi.
Çağdaş jurnalcilere duyurulur...
* Ases: Osmanlı güvenlik görevlisi.