Sakarya’dan başlayıp Afyon’da şahlanan direniş, 9 Eylül 1922 günü İzmir'de noktalandı. Yazar Defne Suman, tüm süreci roman olarak ele aldı. ‘Emanet Zaman’da, kendini tarih boyu Anadolulu, Osmanlı saymış Rumlar, Ermeniler cephesinden olayları anlatıyor

Tarihinde, çokkültürlü yapıya sahip olmasının dışında her zaman hoşgörü kenti olarak da nitelendirilen İzmir, 15 Mayıs 1919 tarihinde komşusu Yunanistan’ın ordusu tarafından işgâl edildi. Kent, bu tarihe değin Osmanlı tebaasına bağlı Rumlarla Yahudilerin, Ermenilerin kentiydi oysa. Bunun dışında Levantenler, Fransızlar, İngilizler, Hollandalılar da kenti mekan eylemişlerdi. Emperyalist ülkeler, Yunanistan’ın bir türlü sönmeyen ateşi Megali İdea'dan (Büyük Yunanistan Düşü) hareketle Helenizm ihtiraslarını coşturmuş, bir zamanlar üç kıtada egemenlik kurmuş bir imparatorluğun çökmesini fırsat bilerek, İstanbul’daki Sarayla da sağladığı ittifak sonucu İzmir’i ele geçirmişti. İşgal, 3 uzun yıl sürdü ve Sakarya’dan başlayıp Afyon’da şahlanan direniş, İzmir’i, 9 Eylül 1922 günü geri aldı. Savaş, elbette kan ve gözyaşı demekti. Anadolu, Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde de bunu kan ve gözyaşı olarak ödedi.

Yazar Defne Suman’ın, ilk baskısı Mart 2016 tarihinde yapılmış olan ‘Emanet Zaman’ başlıklı kitabı, bu süreci ele alıyor ama İzmir’de yaşayan, kendini tarih boyu Anadolulu, Osmanlı saymış Rumlar, Ermeniler cephesinden. Doğal olarak yine İzmir’de yaşayan Fransızlar, İngilizler de romanda yer buluyorlar. Ama romanın önemli odak noktalarından bir unsuru Büyük Yunanistan düşü kuran İzmirli Rumlarla kurmayan İzmirli Rumlar oluşturuyor. Kitabın 226'ncı sayfasında romanın kahramanlarından Panayota’nın şu söyledikleri aslında işin özeti: “Yunan ordusundan bize ne? Biz mi istedik gelmelerini? Burada huzur içinde yaşıyorduk. Bir noksanımız mı vardı? Ne oldu, geldiler de bizi kurtardılar mı?”

Suman, İstanbullu olmasına, İstanbul’da yaşamasına karşın İzmir’in, o dönemki semtleriyle sokaklarını romanında birebir olarak başarıyla vermiş. Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini vermesiyle başlayan taarruz utkuyla sonuçlandı ve Fahrettin (Altay) Paşa komutasındaki 5. Süvari Kolordusu'nun öncü tümenleri kente girdiler. Konak’taki Hükümet Konağı’na Türk bayrağının çekilmesi İzmir’in kurtuluşunun ilanı oldu. Tüm bu süreci roman olarak el alan Defne Suman ile konuştuk.

 Media Downloads 3

            - İstanbul doğumlusunuz. Çocukluğunuz Büyükada’da geçmiş. İstanbul’daki üniversite öğreniminiz sonrası yurt dışında da okumuşsunuz. İzmir odaklı bu romanın çıkışı hakkında bilgi verir misiniz? Nerden ve nasıl karar verdiniz bu romanı yazmaya?

            - İlkokul yıllarımdan beri tarihi tersinden okumaya pek meraklıydım. Birinci sınıfta öğretmenimiz; İzmir’in, 1919 yılında, Yunan idaresine geçişini bir kıyamet sahnesi gibi kurgularken ben o anda, Yunanistan’daki bir okulda okuyan ben yaşlarda bir çocuğun bu tarihi olguyu nasıl bir sahne, nasıl bir hikâye ile öğrendiğini merak ediyordum. Resmi tarihin bir kurgu olduğunu ve milliyetçi ideolojinin temel organlarından biri olarak iş gördüğünü lise yıllarımda iyice kavradım. Okul kitabında yazan olayların izini dünya edebiyatında sürdüm. Bu merakım bana tüm insanlığı kapsayan bir perspektif verdi. Bizim, “İzmir’in işgâli” olarak öğrendiğimiz 1919-1922 senelerinden Yunan okul kitaplarında hiç bahsedilmediğini, buna karşın bizim mutlu bir son olarak kutladığımız Eylül 1922’nin, Yunanistan’da Büyük Felaket olarak adlandırıldığını ve asla unutulmasın diye kuşaklar boyunca anlatıldığını, aktarıldığını Yunanistan’da yaşamaya başladığımda anladım. İki uç milliyetçi anlatının ortasında insanların hikâyesi vardı mutlaka. Zaferlerin, işgallerin, fetihlerin değil kadınların, günlük yaşamın öyküleri. İnsanın hikâyesi aşkın olduğu kadar yasın da hikâyesidir. Eski İzmir’in kaçınılmaz yitimini ve tutulmamış yaslarını yazmaya karar verdim.

foto-1

            - Romanda adı geçen yerlerin tümü gerçek. Bu yerleri, yeri geliyor tüm ayrıntılarıyla veriyorsunuz. Peki, İzmir’i ne ölçüde tanıyorsunuz? Sık geldiğiniz bir kent mi İzmir? Romanınızı yazarken adını verdiğiniz semtlere, sokaklara gittiniz mi?

            - Bu romanı yazarken ben ABD’de yaşıyordum. İzmir’i neredeyse hiç bilmiyordum. 20'nci yüzyıl başında hazırlanmış sigorta haritalarında parmaklarımı gezdirerek eski Smyrna’yı keşfettim. 20'nci yüzyıl başında İzmir’de ve İzmir hakkında yazılmış kitapları, mektupları, günlükleri, kartpostalları topladım. Fotoğrafların hemen hepsini ele geçirdiğime eminim. Tüm bu kaynağımı etrafıma dizdim ve o eski İzmir’in insanlarıyla, hayvanlarıyla, binaları, sokakları ve kokularıyla hayalimde canlanması için bekledim. Belki de modern İzmir kentini o zamanlar bilmiyor oluşum işimi kolaylaştırdı. Kitap çıktıktan sonra İzmirli okur beni öyle bir bağrına bastı ki artık her sene en az iki defa gelip okurları Emanet Zaman’ın geçtiği yerlerde gezdiriyorum. Kentin sakinlerinin bile bilmediği köşeleri artık avucumun içi gibi öğrendim.

Media Downloads 1

'ROMANIMDA BELGELERE DAYANDIM'

            - İzmir’in, 1919-1922 tarihleri arasında Yunanistan tarafından işgâl edilmiş olması gerçeğinden hareketle romanın olaylar örgüsünde değerlendirmek üzere belgelerden, tanıklıklardan yararlanmanız konusunu biraz daha özetler misiniz?

            - Tüm arka plân gerçek belgelere, tanıklıklara dayanıyor. 1919 ve 1922 arasında olup bitenleri gün gün takip edebileceğimiz gazeteler var, iktisadi raporlar var, kilise kayıtları var. O yıllarda İzmir’in kültürel ve ekonomik hayatında önemli rol oynayan Levanten cemaatinden kalma yazılı ve görsel belgeler işime yaradı. Şimdi olduğu gibi o zaman da oteller, binalar, kulüpler el değiştiriyor, alınıyor, satılıyor. Belgelerden bunları da takip edebiliyorsunuz. Sadece siyasi gelişmeleri değil, maddi ve kültürel açıdan İzmir’in 1905-1922 arasında nasıl yaşadığını da bilmek istedim. Gerçekçilik takıntım had safhaya varmıştı bu romanı yazarken. Gerçekliğinden emin olmadığım bir tek ayrıntıyı bile romana katmak istemedim.

Media Downloads 2

            - Yeni Düzen gazetesinde romanınızla ilgili değerlendirme yazısı kaleme alan Derya Beyatlı, “Suman, yaralı bir coğrafyayı, Türk aydınlarında nadiren bulunan açık bir yürekle dinliyor ve anlıyor. Ortak inancı sorguluyor” diye yazmış. Yaralı coğrafya olarak nitelendirilen İzmir’in, komşumuz Yunanistan tarafından işgaline yeşil ışık yakan emperyalist gücü; ülke adı vererek, açık biçimde belirtiyorsunuz. Romanı kaleme alan kimliğinizin dışına çıkarak bu konuda neler söylemek istersiniz? Romanınızı kaleme alırken tarihçilerle olayı yaşayanlarla yakınlarından görüş, bilgi aldıysanız bunu da yanıtınıza ekler misiniz?  

 - Derya Beyatlı “yaralı coğrafya” tabirini Kıbrıs için kullanmıştı Yaz Sıcağı adlı romanımla ilgili bir yazısında. Ama pekâlâ İzmir için de kullanabiliriz. Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Sevr Anlaşması eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarının müttefikler tarafından istendiği şekilde paylaştırılmasına onay veriyordu. İzmir’in kime gideceği müttefikler arasında epey bir patırtı çıkardı. İzmir’in idaresinin İtalya’ya verilmesi gündemdeydi. Zaten Yunanistan, 1. Dünya Savaşı’na son dakikada, 1917 yılında girmiş, girdiği gibi savaş bitmiş, o da kazananlar tarafında yer alıvermişti. Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık fıkrasının tersinden okunuşu gibi bir şey bu hikaye aslında.

1918 yılı kayıtlarına baktığımızda İzmir’de kalabalık bir Rum nüfus olduğunu görüyoruz. Birleşik Krallık ve uzaktan kumanda ile ABD, Osmanlı İmparatorluğu paylaşımı sırasında İzmir’in Yunanistan’a verilmesi için bastırıyordu. Bu tartışmalar; kongreler ve toplantılar boyunca sürdü. Şunun için tüm bunları aktardım ki; romanda da bunu net olarak ortaya koyduğumu umuyorum: Yunanistan devleti bir sabah uyanıp 'Haydi donanmayı İzmir’e gönderip, şehri işgal edelim' demedi. Birleşik Krallık, 'İzmir sizindir, gidiniz, idareyi teslim alınız' dediği için yola çıktı.

Geçmişte yaşananlar milliyetçi resmi tarihin kurguladığı tek boyutlu hikâyeye kıyasla çok boyutludur, prizma gibidir. Her açıdan başka görünür. Yunanistan’ı hırslandıran, “Siz Ankara’ya gider, İstanbul’u bile alırsınız, arkanızdayım” diyenler de yine aynı aktörlerdir. Onları Anadolu’nun ortasına sürüp bir başlarına bırakanlar da.

_AGP0530 (1)

            - PEN Başkanı Maureen Freely de, “Eylül 1922’de, Smyrna yanıp kül olduğunda, dünya, kozmopolit kültürü en güzel yaşayan kentlerinden birini kaybetti” diye yazmış. Başta bilim dünyası olmak üzere tüm entelektüeller, İzmir’in çokkültürlü geçmişindeki varsıllığa asla itiraz etmezler. Bu kaybetmeyle ilgili olarak neler söylersiniz?

- 20'nci yüzyılın ilk yarısında Akdeniz liman kentlerinin hepsi çokkültürlü, çokdilli, çokdinli yapılarını yitirdiler. Beyrut, Selanik, İskenderiye, İstanbul... İzmir’deki çokkültürlü yapının yitimini de bu bağlamda ele almalıyız. Yükselen milliyetçilik ideolojisi, bu ideoloji üzerine kurulan ulus devletler, ulus devletlerin yerelliğe öncelik veren ekonomileri, kozmopolit Levant kentlerinin sonunu işaret ediyordu. İzmir’in özelliği; bu sonu çok ani ve agresif şekilde yaşamış olması. Büyük İzmir Yangını, kentin gayrimüslim mahallerini tamamen yok ederken, buradaki nüfusların (İzmir’in Rum ve Ermenilerinden söz ediyorum) bir daha dönmemek üzere şehirden kaçmalarına sebep oldu. 22 Eylül günü yangın nihayet söndüğünde geriye o neşeli kentin hayaletini bırakmıştı. İzmir’in tek dilli, tek uluslu bir Türkiye kentine dönüşmesi biraz da tutulmamış yaslar hikâyesidir. Deniz kenarında veya isimleri silinmiş, yerine numaralar konmuş sokaklarında gezerken ben de Avinaş Pillai (Romandaki kahramanlardan biri LD) gibi keder duyarım.

_AGP0426

'KORKU, İNSANI KİLİTLEYEN BİR DUYGU'

- Yahudi tarihi üzerine son derece değerli çalışmaları bulunan İzmirli Dr. Siren Bora, Facebook hesabında şöyle bir yazı yayımladı: “İzmir’i İzmir yapan, sahip olduğu ‘vizyon’du. İzmir, o vizyonunu, nüfus mübadelesiyle kaybetti. Sözünü ettiğim mübadele, 1924 mübadelesi değil. 1922 tarihinden itibaren kentten ayrılan, İzmirli Müslüman ve gayrimüslimler ve bu tarihten itibaren kente gelen Anadolulu Müslüman ve gayrimüslimler. İzmir, Anadolu’nun kısa vadeli düşünme kapasitesine sahip kurnazlarına boyun eğerken özgür ruhunu da kaybetti. Boşuna aramayın!”

Dr. Bora’nın bu değerlendirmesi son derece can yakıcı, değil mi? Siz ne düşünüyorsunuz?

- Az önce bu soruyu biraz yanıtladığımı düşünüyorum. Çokkültürlü, çok dilli kentlerin özelliği nedir? Dr. Bora’nın “vizyon” dediği şeyi açtığımızda karşımıza ne çıkar? Neden birden fazla dilin konuşulduğu ve dinler arası hoşgörünün hâlâ var olduğu şehirlerde yaşamayı tercih eder insan? Buna şöyle bir yanıt verebilirim: Farklılık insanı kendisiyle yüzleşmeye götürür. Yüzleşme sığ kavgaların, çiğ fikri sabitlerin ötesine taşır insanlığı. Komşunun sürdüğü alternatif hayatı gözlerken sen de kendini sorgular, doğru bildiğini sınayabilirsen bu perspektif içini zenginleştirir. Farklı dünya görüşlerine açıklık ve zihin esnekliği insanlara ve topluma uyum getirir. Korkunun ve şiddetin azalması için önce farklılıkların kabulü lazımdır. Çokkültürlü kentler insanlarına böyle bir vizyon sunabildikleri için değerlidir. Onları yitirdiğimizde kabuğuna kapanan bir midye gibi sınırlarımızın ötesinden ve öteki’den korkmaya başlarız. Korku insanı kilitleyen, yaşama sevincini elinden alan bir duygudur.

    - Tıpkı ataları gibi Anadolu’da doğup büyümüş genç roman kahramanlarının bazıları, Megali İdea düşüne sürüklenerek bu coğrafyada işgalin gönüllü askerleri olurlarken buna karşı çıkan roman kahramanlarının da varlığı söz konusu Emanet Zaman kitabınızda. Savaş nedeniyle Yunanistan’a yerleşen ve orada Nea Smirni’yi kuran Anadolulu, bir zamanlar Osmanlı Tebaasından olan Yunanlılarla görüştüğünüzü düşünüyorum. Size neler söylediler?

          - Atina’nın nüfusunun geniş bir kesimi Küçük Asya göçmenlerinin torunlarından oluşur. Taksiye binersiniz ninesi Urla’dan kaçarak gelmiştir, dedesi 1922’de çocuktur, İzmir’den bir İtalyan gemisine binerek hayatını kurtarmıştır. Tıpkı 1964’te sürgün edilen İstanbullu Rumlar gibi İzmir’in Rumlarının torunları da ana vatanın onları bağrından atmasına kırgındırlar ama bir gün gelir de belki geri dönebilirler diye için için umutlanmayı da bırakmazlar. Evler, bahçeler, bağlar anlatılır. Torunlar o bağ bahçeyi hiç görmemiştir. Bugün İzmir’e, Bergama’ya, Çeşme’ye gitseler evlerin yerlerini bulamazlar ama hayallerde canlıdır oradaki yaşam. Konuştuğum hemen herkes benzer bir kırgınlık ve hasretle anar İzmir’i ve çevresini. 'Benden Selam Söyle Anadolu'ya, özlemi ve kırgınlığı ne güzel dile getiren bir romandır. Ondan da faydalandığımı eklemeliyim. Bir de Kozmas Politis’in 'Yitik Kentin Kırk Yılı'.   

_AGP0263

'CEVABIM KLİŞE AMA DOĞRU'

      - Siz, aydın kimliğinizle bundan sonrası için ne söylemek istersiniz?

- Biraz klişe bir şeyle başlayacağım ama ne yapacaksınız, klişeler doğrudur. Halklar birbiri ile kaynaşmaya, uzlaşmaya dünden hazır. Her yıl iki ülke arasında binlerce turist gidip geliyor. Siyasi gerginlikler, Ege Denizi’ndeki tatbikatlar, 'o kaya senin, bu kaya benim' didişmeleri, iki tarafın seyahatlerini zerre kadar etkilemiyor. Atina ile İzmir arasında işleyen uçak seferleri var. Bu uçaklar haftada üç defa kalkıyor. İzmirlileri Atina’ya, Atinalıları da İzmir’e taşıyıp duruyorlar. Her defasında ağzına kadar dolu. Evet, seviyoruz birbirimizi. Orası kesin. Sadece Atina’da yüzlerce Türk-Yunan çift yaşıyor. Eşimle ben de onlardan biriyiz. Bizler “aşk göçmeni”yiz! Eh, ne diyor Livaneli ile Farandouri: “Dünyayı güzellik kurtaracak. Bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”

Geçen ay Atina’nın antik açık hava tiyatrosunda Livaneli ile Farandouri, beraber bir konser verdiler. Türkiyeli bin kişinin üzerinde izleyici vardı. Bir ara bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Orkestra kulise kaçtı. Zülfü ile Maria, bir de biz izleyiciler kaldık. Yağmura rağmen kimse yerinden kımıldamadı. Orada tek bir ağızdan Türkçe ve Yunanca parçalar söyledik. Boğazımız parçalandı. Öyle bir coşkuydu. Öyle bir bütünlük. Bu işin romantik kısmı. Ancak şunu da unutmamak gerek: İki taraf da (Taraf derken halklardan söz ediyorum. Devletlerden ümidim yok ve birleşmek, bütünleşmek onların işi de değil zaten) at gözlüklerini çıkartıp hikâyesini yeniden okumalı. Dilini gözden geçirmeli. İşgâl, fetih, kurtuluş gibi sözcükleri kullanırken ikinci defa düşünmeli. İki tarafın da kabul edeceği bir dil geliştirmeli. İstanbul’un fethi ya da Konstantiniye’nin düşüşü arasında bir üçüncü dil bulabilir miyiz? Hem tarihsel gerçekleri yansıtan hem de tarafsız olan bir dilden söz ediyorum. İnsan doğru kabul ettiği gerçeklere bir de karşı taraftan bakmalı. Yüzleşebilmeli. Topraklarının üzerini örten sessizliği kırmalı, bir takım tabu konular, refleks olarak tartışmaya dahi açılmayan ihtimaller içtenlikle gözden geçirilmeli. Resmi tarihin dikte ettiği geçmişin alternatif versiyonları da okunmalı. Bunlar yapılmazsa, birlikte söylenen şarkılar sona erdiğinde, herkes evine çekilip, çocuğuna, torununa bizim tarafın haklı olduğu hikâyelerini anlatmaya devam edecek.

Fotoğraflar Aslı Girgin'e aittir.