Anı, “yaşanan olaylardan belleğin sakladığı iz” ise; “hayat, anılar toplamıdır.” Herkesin, her mesleğin acı tatlı anıları vardır. Bunlar bir araya getirildiğinde o kişinin özgeçmişi veya o mesleğin tarihi yazılmış olur.
Bu açıdan Türk basın tarihinin, özellikle İzmir basınının durumu nedir?
Ömer Faruk Huyugüzel'in; Türkmen Parlak, Kaya Çelikkanat, Erkin Usman, Ahmet Yazıcıoğlu, Zeynel Kozanoğlu ve Yener Özkesen'in yazdıkları İzmir basın tarihine dip not ve bu konuda çalışacaklara kaynak niteliğindedir.
Bu satırların yazarının, müptedilik (yeni başlama) aylarını atlarsak “mukaveleli” (sözleşmeli) gazeteciliğe başlama tarihi 01 Şubat 1959 Pazartesidir. (2017 eksi 1959, eşittir 58 yıl ediyor)
Birkaç 10 yıl öncesine kadar, Türkiye'de ortalama insan ömrü yaklaşık bu kadardı. (Yüce Atatürk'ün 57, Hz. Muhammed'in 63 yaşında bu dünyadan ayrıldığını düşünelim.)
Ömrümün yaklaşık yarısını seve seve verdiğim öğrencilik hayatımdaki öğrencilerim için kullandığım bir ölçütüm (kriterim) vardır:
“Unutulmayan öğrenci yoktur; kendisini unutulmaz kılan öğrenciler vardır.”
Okumakta olduğunuz bu yazıda deli gönlüm; Ege Ekspres Gazetesi ile TRT'de başıma gelen hadiselerden bazılarını çaladaktilo paylaşmak istedi sizinle:

*Erken 60'lı yıllar. Ankara / Mamak Muhabere Okulunda vatani görevimi yapıyorum. Bir “beyaz” eşya almak için bir mağazaya girdim. Beni teğmen giysisiyle gören mağaza sahibi, yedek subay olduğumu öğrenince sivildeki işimi sordu:

-Gazeteciyim, deyince, kovarcasına kapıyı gösterip:
-Benim gazeteciye satılacak malım yok, dedi.

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü demeyeceğim; “eyvah” dedim, “bizim kutsal mesleğimiz böyle güvensizlik yaratmışsa işimiz zor” diye hayıflandım. 60'lı yılların ortalarında başlayan ve hala sürüp giden öğreticiliğim boyunca öğrencilerime her şeyden önce şunu öğretmeye çalıştım:

-Gazeteciliğin yarısı dürüstlüktür... Dürüstlüğü sevgi, bilgi ve zamanlama izlese gerektir.

* İsmim gibi beraberimde gezdirdiğim bir inancım var: “Gazeteciliği itibarsızlaştıranlar bu mesleğe mensup olmayıp, gazetecilik taslayanlardır.”
Böylesi densizler, "yüksek dağları da ben yarattım" gibilerden hava basmaya kalkışırlar. Pazarda ısırgan otu satmak yerine, piyasada kalemlerini satarlar. Attılar mı mangalda kül bırakmazlar! Rüzgara göre yön değiştiren rüzgar horozlarıdırlar. Belirgin özellikleri arsızlık, yüzsüzlük ve sırnaşıklıktır. Gazetecilik jargonunda “mürettep” ya da "asparagas" denilen kepazelik, tam onlara göredir.
İşin acı tarafı “yatsı olmadan mumları sönünceye kadar” yarattıkları tahribatı telafi etmek kolay değildir.
* Bir gün, sivri akıllı bir müptedi (işin başında) veletle karşılaştım. Elinde iki şiş vardı. Hayli uzunca olan boyuyla bana tepeden bakarak:
-Şadan bey, dedi, "biliyor musun ben nereye gidiyorum?"

"Bana ne" demedim de, “nerden bileyim” deyiverdim. Kifayetsiz muhteris başladı bana ders vermeye:
-Efes Oteline, Behiya Aksoy'la röportaj yapmalara gidiyom!
Elindeki şişleri göstererek şişindi:
-"Behiya Aksoy, boş zamanlarında yoksullar için kazak örüyor" diye röportaj yapacağım.
-Bak sen! Eee, bu şişler neyin nesi?
-Hah hah ha; siz eskiler bilmezsiniz. Ben Behiye hanımın yanında yoktur diye, şişleri götürüyorum!..
Gel de bu zibidiyi şişleme!..

* Martialis'in 2 bin yıldır geçerliğini koruyan bir üçlüğü vardır:
"Öyle ustalıkla becerdi ki
hasta görünmeyi
Sonunda gerçekten hasta oldu Caelius.”
İzmir'de böyle bir dolandırıcı vardı: Yamalı Fikret. İstanbul'daki Fil Hamdisi'nin, Sülün Osman'ın İzmir temsilcisiydi. Konak Saat Kulesini, Hükümet Konağını sattığını; "ıslah-ı nefs ettim" dediği için polislerin kendisine aldıkları seyyar arabayı, sokağı döner dönmez, üzerindeki elmalarla birlikte "okuttuğunu" görmüştük.

İzmir Tercüman-Rehberler ve Turizm Derneği Yönetim Kurulu üyesiyim. Dernek lokali, Kültürpark'ın Lozan Kapısındaki bilet gişelerinden biri. Biraz gecikerek toplantıya yetiştim. Başkan Şamil Öğünlü:
-Hoşgeldin Şadan, dedi, “dışarıda veremden muzdarip bir vatandaş var. Kendisine bin lira yardım kararı aldık; sen de kararı imzalayıver.”
Baktım; meşhur Yamalı Fikret, gerçek bir veremli gibi kıvrılmış, kapının önündeki taflan ağacının gölgesine buruşmuş, yatıyor. Beni gördüğü anda bizim Yönetim Kurulundan onu gören olmadı!
Bu Fikret'in, uzun boylu yakışıklı gazeteci Çetin Eren'e yaptığı ise iletişim fakültelerinde örnek olarak incelenmek üzere masaya yatırılmaya değer:
Çetin, bütün iyi niyetiyle Fikret'e yardım ediyor, onu neredeyse asistan gibi kullanıyordu. "Bana haber getiriyor, bazı zanlıları polisten önce ben yakalıyorum” gibilerden övünüyor, Yamalı'yı övüyordu. Ege Ekspres'te öğleleri iki köfte, iki piyaz ısmarlıyordu; biri kendisi, birisi Fikret için.
Fikret bu iyiliği karşılıksız bırakır mı? O günlerde vızır vızır aranan Dinar Canavarı ile görüştürdü hamisi Çetin ağabeyini. Çetin her gün gözleri bağlanarak Canavar'a götürülüp görüştürülüyor, ertesi gün gazetede manşetten röportaj yayınlanıyordu... Sonunu tahmin edebildiniz mi? Gerçek "Canavar" Dinar dolaylarında yakalandı. Meğer bizim Yamalı, karşı taraftan yüklüce para alarak, Çetin ağabeyini sahte canavarla görüştürmüş. Rahmetli Uzun Çetin, birkaç gün gazeteye gelememişti.
Pirimiz Üstadımız Halikanas Balıkçısı ve onunla kafadaş George Luis Borges derler ya; “Hataların, ders almak gibi bir yararı vardır insanoğluna."
Ya da 2 bin yıl önes Horatius'un dediği gibi:
“In vitium ducit culpas fuge.”
(Kusur korkusuyla suç işliyoruz.)
Klasik "Şansım bana yerdim etti" söylemi yerine, “Şahsıma yardım ettim" diyeceğim. Zira, bilerek isteyerek gazeteci öğreticiliğini meslek seçtim. Şimdilerde, kendi alemlerinde başarı merdivenlerinin eh üst basamağına yükselmiş nice iletişim erbabı; “falanca üniversiteden mezunum” demek yerine, “Şadan Gökovalı'nın öğrencisiyim" diyor ya...
...Bir ölümlü için bundan daha fazla gurur ve mutluluk verici ne olabilir?..