“Şiir başka dile çevrilez” diye yaygın bir görüş vardır. Bununla birlikte, çok başarılı, daha doğrusu çok beğenilen şiirler yok değildir. Şöyle bir aklımızdan geçirelim: Orhan Veli çevirisi “Elsa'nın Gözleri”, Melih Cevdet'in “Anabell Lee”, Mehmet H. Doğan ile Turgay Gönenç'in “Mutlu Aşk Yoktur” çevirileri on yıllardır zevkle okunur.

-Bunların ortak özelliği nedir, diye soracak olursanız; yanıt gayet basittir: “Bu şiirleri Türkçe'ye aktaranlar, şairlerdir.”

Bu söylem; çevirilerin moto mot değil, Can Yücel'in dediği gibi, “Türkçe söylenmiş” olmaları...

Konuya bir de ters açısından bakacak olursak? Yani, Türkçe metinler başka dil(ler)e başarılı olarak çevrilebilir mi?

Ben şahsen; Cevat Çapan'ın, Talat Sait Halman'ın, Yüksel Pazarkaya'nın çevirilerini son derece başarılı bulurum. Bunun nedeni de bellidir: Bu kişiler, Türkçe'ye olduğu gibi, başka dillere de vakıf olmaları. Halikarnas Balıkçısı'ndan biliyorum. Yazılarının başka bir dile çevrildiği haberini verdiğimde söylendiği hep şu olmuştur:

-Lirizminin çanına ot tıkamış olmasalar bari...

Düşünün bir; bir yabancı “eteklerim tutuştu”, “başımdan aşağo kaynar sular döküldü”, “Senin yaptığını Çorum'lular bile yapmaz”, “Kısa kes Aydın havası olsun”, “Gözünüzdeki merteği görmez” gibi laflardan ne anlar?

Hele deyimlerimiz! Çıkış öyküsü bilinmeden, meramı kestirmeden anlatan bu hikmetli sözler anlaşılır mı?

Bu konuda ciltler dolusu kitaplar yazılmıştır, daha da yazılsa yeridir. Ben buracıkta birkaç örneği gündeme getireyim:

Ahfeş'in Keçisi:

Ahfeş adlı bir Arap dil bilgini varmış. Kendisini dinleyen bulamayınca, boynunuza ip bağladığı bir keçiyle konuşur olmuş. Ahfeş ne söylerse keçi başını sallarmış... (Gerisini siz tamamlayın.)

Ört ki Ölem!:

Bir arkadaşım, bir gazetenin blog'una yazdığı yazıyı bana gösterdi. Arkadaş, hemen her sözün ardına “ört ki ölem” sözünü yapıştırmış. Hep söylerim; sosyal bilimlerdeki yanlış, fizik ve kimyadaki gibi ölümle sonuçlanmaz ama, halk deyişiyle, “çam yarmak” olur. Deyimin kökeninde şu yatıyor: Adam çok zengin ama, yine halk deyimiyle “var yemez.”

Günün birinde hastalanmış. Doktor, besleyici -ama pahalı- besinler yemesini önerince oğluna:

-Ört ki ölem, demiş...

Kızılca Kıyamet:

Sıkça kullandığımız bir deyim.

Çıkış öyküsü unutulmuş. Ama adı “Kızılca” ile başlayan veya biten birçok yerleşim yeri biliyoruz.

Eski Türklerin, çok önemli olaylar sonrası kutladıkları bir bayram imiş “Kızılca Kıyamet”. Bilgi kaynaklarından raslamadım ama, rahmetli şair dostum Arif Karakoç, bu bayramın ilk kez Yassı Çimen Savaşı'ndan (1230) ve Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'ya ilk geldiği gün (28 Aralık 1919) kutlanmadığını söylerdi.

Şimdi bir daha düşünelim:

Kızılcahamam, Kızılcasöğüt, Yukarı Kızılca, Kızılyaka, Kızılağaç, Aşağı Kızılca... (Salt toprağın renginden ötürü olabilir mi?)

Öp Babanın Elini:

Adamın biri, zenginleştikçe yoldan çıkmış, klasik deyimle “kart zampara” olup çıkmıştı.

Sık sık tutsak (esir) pazarında dolaşır; beğendiği kızı satın alır; “Azad Kağıdı”nı kadıya götürüp, kendisine “odalık” yazdırırmış. Yetiştin oğluna da:

-Bak sana cici anne aldım, öp bakalım annenin elini, dermiş. Gel zaman git zaman, çapkın bir ihtiyar, dünya güzeli bir cariye alıp eve getirmiş. Tam bu sırada, çok yakın bir arkadaşının ölüm haberini alınca, cenazesine gitmiş.

Ne olmuşsa o aralıkta olmuş; bizim oğlanla eşsiz güzel cariye mercimeği -mikro dalga- fırına vermiş... Arif olan sizlerin anlayacağı gibi; akşama doğru baba eve gelince oğlanı cariyeye:

-Öp babanın elini!.. demiş.

Çizmeden Yukarı Çıkma:

Bir deyimin çıkış öyküsünü bir Avrupalıya meledilerek anlatılmasına hep hayıflanırım. Özellikle turist rehberi adaylarına iki kez anlarım ki; el bilsin alem bilsin:

İsa'dan önce V. YY'ın en büyük ressmı EfesRli Perrhasions idi. Ondan sonraki kuşağın Helenistik devrim dev ressamı Apelles de yine Efesliydi. (Büyük) İskender'in, resmini yapmasına izin verdiği yegane ressamdı bu hemrehrimiz. Ona değgin birçok anektod bilinir ama, konumuza ilişkin olanı aktarayım:

Üstad Apelles bir gün, göz nuru dökerek bir tablo yapmış. (Olasılıkla İskender'in tablosu.) Eserini, güneşte kurusun diye, atölyesinin duvarına yaslamış.

Oradan bir grup insan geliyormuş. Hemen her toplulukta bir ukala çıkar ya. Gruptakiler resmi övüp göklere çıkarken, içlerinden biri dudak bükmüş:

-Canım o kadar da değil, demiş.

Bunu duyan Apelles atalyesinden dışarı çıkıp:

-Neyi var resmin, nesini beğenmedin?

Bilgiç adam:

-Bak mesela, çizmesi pek de çizmeye benzemiyor. Biraz künk gibi, su borusu gibi.

Üstad bakmış, adam haklı. Tüm gece çalışıp, çizmeleri yeniden çizip boyamış. Tabloyu, sabah güneşiyle kurusun diye, atölyesinin bodu duvarına dayamış.

Olacağına bakın ki; bir önceki gurup yine oradan geçiyormuş. Aynı adam yine tabloyu eleştirmeye başlayınca bizim Fırça Üstadı dükkandan çıkıp:

-Bu kez nesini, beresini beğenmedin eserimin?

Adam “hık”, “mık”, “kem” “küm” etmiş.

Bunun üzerine Efesli Usta adama;

-Sen ne iş yaparsın, mesleğin ne? Diye sorunca eleştirmen:

-Çizmeciyim, deyince bizim Üstat taşı gediğine koymuş:

-Ne sutor supra crepidam (Çizmeden yukarı çıkma)!

... Çizmeden yukarı çıkanların çok olduğu bir dünyada...

“Hiçbir şey bilmiyordan, haddini bil bari...”