Bir ay oldu. O gürültüyle sarsıldı İzmir.

Sonra yıkıldı binalar, çığlık çığlığa kaldı her yer.

Yıkılan yıkıldı, ölen öldü yazık ki.

Sonra “devlet” geldi Bayraklı’ya, yanında bildik kameralar, cahil muhabirlerle.

Enkazdan sağ kurtulup, akşamına ölen amcayı sadece “yıkıntılar” altında haber ettiler de, o bina nasıl yıkıldı, hâlâ merak eden yok medyada... Ya küçük bebe? Nasıl sevinmişti herkes ölmedi diye... Sevinilmez mi, tabii ki sevindik. Ama babası “ev ihtiyacından” bahsetti, doğru düzgün aldıran olmadı. Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer “fark etti” hemen. Devlet “konteyner kent” fantezisi peşindeyken, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı “Bir yuva bir kira” dedi. İnanılmaz bir dayanışma yaşandı. Ama Başkan Soyer’e “gayrimenkul danışmanları” pek bir kızdı, kınadı... Tabii hepsi de “gayri samimi”!

Şehircilik Bakanı Tarım Bakanı ile “kol kola” konuştu da konuştu... Kim ne anladı dediklerinden bilmem ama, ben dahil tüm Bayraklı bu “tantanada” hep samimiyet aradık, bulamadık.

15 yıl oldu Bayraklılı olalı, etrafta hiç tanımadığım, benzetemediğim insanları “depremzede” gördüm. Ama ne ilçe kaymakamını ne şehrimin Şehircilik Müdürü’nü göremedim. Ama dediler ki “Çok çalıştılar…” İnanmasam da doğrudur.

Depremde 1 dakikayla eşimi kazandım. Çalışma odam tarumar oldu. Komşularım öldü, evleri, dükkânları yıkıldı.

Yazdım hep... Burada yazdım, sosyal medyada yazdım...

Ama “gerçek” olan gerçekleri TBMM Deprem Araştırma Komisyonu dahi anlamadı.

Vali Bey anlamadı, bazı belediye başkanları anlamadı, meslektaşlarım anlamadı.

Üstüne bir de yemediğim küfür, hakaret kalmadı.

Yahu deprem alanındayım, 30 yılım geçti basında, baştan aşağı her şey yanlıştı. Baştan aşağı her adımda şov, reklam kokan ayrıntılar vardı.

Eeee? Ne oldu şimdi?

Bilim insanları, yaşanan depremin “İzmir depremi” olmadığını, gerçekten İzmir merkezli bir depremin çok daha yıkıcı olacağını söylüyor duruyor.

Aldıran kim?

Bakan mı, Vali mi, vekiller mi, siyasiler mi? Kim?

Yok ki, net yazıyorum yok... Olsaydı 1999’dan sonra gerçekten bir “milli seferberlik” yürütülür ve müteahhitlerin kulisleri başlarına yıkılırdı. Saçma sapan “rezidanslar” yerine halkın sağlam binalarda oturmaları sağlanırdı.

Ne yazık ki gerçek şu; şiddetli deprem olur, ölen ölür, kalan sağlar da psikolojik sorunlarla yaşayabildiğince yaşar.

İzmir, bu kadarla atlattı. Yıkılan binalar, tüm binalara oranla çok düşük. Üstelik yıkılan binaların tümünün “şüpheli” yanları var, söylentiler çok. Sadece müteahhitler değil, müteahhitlere “eyvallah” çeken yerel yöneticiler ile bazı “daire malikleri” de vebal altında. Bazı müteahhitlerin “içeriye” alınması “adalet” gereği mi yoksa “gözden uzak tutulma” gayreti mi bilemem. Zira adli seyirle ilgili de haber okumadım.

Şimdi yine son kez, hiç dikkate alınmayan bir konuyu yazacağım. Bu depremde evleri ağır, orta ve küçük hasar görüp çadır ya da yakınlarında kalan “mülk sahipleri” bir şekilde evlerine kavuşacak. Ama iki artı bir, ama üç artı bir... Ama yüksek bina, ama 5 katlı bina… Konuyla ilgili Bay Murat Kurum Bakan konuştu, vadetti.

Peki bu kış kıyamette “ortada kalan kiracılar” ne oldu?

Onlar nerede şimdi? Ev bulabildiler mi? “Bir Kira Bir Yuva” dayanışmasıyla Başkan Soyer, sıcak bir tercih koydu ortaya. Umarım başvurularını yapmıştır onlar da. Çünkü Başkan Soyer, ciddi ciddi bu “ortada kalan” halkı, fırsatçılıkta “bir numara” haline gelen “bazı” emlakçı, nakliyeci, ev sahibi zulmüne karşı korudu. Koruduğu için de oda başkanı Mesut Bey ve arkadaşları “bıdı bıdı bıdı” konuşuyor, demeç veriyor. Sanki bu fırsatçılıkta kendileri sütten çıkmış ak kaşık.

Ev sahiplerine ev tamam.

Kiracılara da Başkan Soyer sahip çıktı. Peki yıkılan binaların ortasında korkuyla yaşamak zorunda kalanlar ne olacak?

İşte bu insanlardan biri olarak biz tam sahipsiziz. Söyleyince de hakaret görüyoruz. Diyorlar ki; “Neden oturuyorsun? Çık…”

Olur... Satın almak için ev yok, kiralamak için ev yok...

Var da, yok. Emlakçı zoruyla depremden önce 1200 kira bedeli olan evler, şimdi 2 bin liranın altında değil. Hele bazılarına köpek bağlasan durmaz. Bunu deyince de “şükret hâline” lafları ezberden çıkıyor ağızlarından. Ya satılık konutlar? Dudaklarınız uçuklar. Şu anda utanmadan, edepsizce “milyon” çıkıyor ağızlardan.

Şimdi sıkı durun, bunu da benden başkası yazamaz. Bornova’da yeni yetme emlakçıların, ki çoğundan Mesut Efendinin de haberinin olmadığını biliyorum, yeni yöntemleri de şu… Bornova Atatürk Mahallesi, imar açısından “orijinal” bir bölge. Hacı Amca, parası oldukça kat yükseltmiş, altına da dükkân koymuş. Diyelim ki, iki kat daire ve altında dükkân var. Deprem olduğundan beri bu Hacı Amca, binanın tamamını satmaya çalışıyor. “Emlak Danışmanı” ise bir başka “küçük esnaf.” İstediği para 1 milyon 700 bin lira.

Araştırdım. 30 Ekim öncesi bu amca, dükkânı kiralık ilan etmiş, dairelerin üstekini 350, alttakini de 375 bin liradan ayrı ayrı satışa çıkarmış. Dükkânın kira bedelini de yazayım, bin lira.

Durun, daha bitmedi. Şu anda bir ilçe dışında tüm merkez ilçelerin satış ve kira bedelleri dudak uçuklatıyor. Öyle yerlerde öyle evler var, istenen para milyona yakın. Peki nasıl oluyor? Biz emlakçılara kızıyoruz ama bir de bu fiyatları karşılayanlar var ki, akla ziyan. Hâl böyle olunca da emlakçı daha fazla komisyon, mülk sahibi de daha fazla gelir peşinde.

Şimdi sakın bana “Allah korkusu” falan demeyin. Bu dünyada “Allah korkusu” sadece Ramazanlarda “konuşulan” bir “fikriyat!” Deprem gibi bir afette bile devletin gözü ve bilgisi altında bu zalimlikler yapılıyorsa, siz gerisini koyverin gitsin.

“Son yazı” dedim. Yazmayacağım. Hatta, ciddi ciddi yazmayı da bırakmayı düşünmüyor değilim. Çünkü kimse “gerçeğin” peşinde değil. Ankara’da “Deprem Araştırma Komisyonu” kurulmuş. Allah aşkına ne işe yarıyor bu komisyon, anlayan yazsın bana. Bunca yazdım. Yazdıklarımdan dolayı bir tek kişi aramadı. Valiyi, Bakan’ı, Başkan’ı evime davet ettim, nezaketen bile dönüş olmadı.

Allah, gerçek İzmir depreminden korusun hepimizi. Ama emin olun, öyle bir felakette kafama kolonu yersem kimseyi aramayacağım. Bekleyeceğim, bakalım ne olacak. Sonuçta “iki hayırdan biri” değil mi? Ha son söz, bugüne kadar mevkii, makamı, rütbesi ne olursa olsun gerek sosyal medyadan, gerekse başka yollarla özgürce küfür ve hakaret lütfunda bulunan, ama “insanca anlamaya” çalışmayan kim varsa, dediklerini iade ediyorum.

KORONA MI, TEDBİRLER Mİ?

Her işi elimize, ağzımıza bulaştırmazsak olmuyor değil mi?

Yaz başında “Yapmayın” dendi ama beyler “otelleri” doldurdu. Yok cami açılışı, yok cumalar derken bir de üzerine “okul meselesi” çıktı. Küçük çocukların “taşıdığı” virüslerle “pozitif” olan kaç anne, baba var bilmiyorum ama çevremde olduğunu söyleyebilirim.

Bugünleri aylar önce söyleyen “gerçek” bilim insanlarını, hekimleri, uzmanları dinlemediler. Biz vatandaşlar da “zora” gelemedik. Ne yazık ki sonuç bu. Şimdi ayıkla pirincin taşını.

“Evde Kal” diyorlar da nasıl olacak bu? Ne söylenenlere uyuluyor ne de hassasiyet var. Televizyonlarda kimse maske takmıyor mesela. Yazdım RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’e, ekranların köşesine “maske” konsun. Spikerler, sunucular, konuklar mutlaka “maskeyle” çıksın diye. AVM’ler mutlaka kapatılmalı. Havalandırma yöntemleri yeniden sorgulanmalı.

Bu konuda bir sıkıntı daha var aslında. Şu anda o kadar az bilgiye sahibiz ki, rutin olarak hastanelere gitmek zorunda olan vatandaşlarımız adeta “ölüme terk ediliyor”. Başka rahatsızlıkları olanlarsa çekindiklerinden gidemiyor. Korona salgını mağlup edildikten sonra korkum, başka hastalıklarda artış olacağıdır. Tabii ortalarda cahilce dolaşan tiplerin de acil olarak “toplatılıp” bir yerlere kapatılması gerekiyor.

İzmir İl Sağlık Müdürlüğü ise İzmirlilere o kadar uzak ki… Ben dahi yaşadım bunu. Ve inanın sorguluyorum ne işe yarıyorlar diye. Aile hekimliği kurumuysa, koronada gereksizliğini ispatladı. Tüm hastalara “potansiyel bulaştırıcı” muamelesi yapan aile hekimlerine bence kupa verilmeli!

Bu işte lamı cimi bir yana bırakıp, patronların değil halkın iyiliğine tam bir izolasyon şart fikrini savunuyorum. Ama maske, mesafe ve kişisel temizlik kurallarını da bir kez daha hatırlatıyorum. Maske konusunda ise, lütfen kaliteye önem verin.

KISA... KISA... KISA...

- Yine sosyal medyadan rutin yayınlar yapmamı isteyen çok okurum var. Düşünmüyor değilim. Ama görevim gereği yoğunluğum fazla. Gelecek günler neler getirir bilemem, yaşayıp göreceğiz artık.

- Hafta bitiyor artık. Deprem de yazmayacağım. Artık asli konularıma dönmek istiyorum. Siyaset falan bana göre değil zira, “kalibresi” düşük “kültürel alt yapısı” olmayanların laflarıyla vaktimi harcamak istemiyorum.

- Bugünlerde “Kozmik Oda” olayına takıldım. Erkan Yılmaz Büyükköprü ile Saygı Öztürk ustamın kitaplarını okuyorum. Size hem tavsiye ediyorum hem de yazacaklarımı beklemenizi istiyorum.