Evet iddia ediyorum, haykırıyorum.

İzmirli olmak “çiğdem, gevrek” meselesi değildir.

İzmirli olmak, dünyaya öğretecek kadar hoşgörülü, kafa tutacak kadar özgür, ölümü göze alacak kadar da sadakattir çünkü.

Çünkü İzmir, binlerce yıldır batıdan esen rüzgarla, doğudan gelen göçleri İzmirli yapmış.

Ve 1922’den beri her Eylül’de İzmir’de “özgürlüğe” vurgu yapılır da ödenen bedeller konuşulmaz.

Konuşulmaz çünkü, emperyalist işbirlikçiler izin vermez.

Bana diyorlar ki “açık açık yazsana” ...

Tabii ki yazarım, hatta size iki yüz yıllık “efendi” hikayelerini, bu hikayelerdeki enteresan dönekleri, 15 Mayıs'ta “Yunancı” 9 Eylül’de “Kemalci” olanları, Kramer Palas yemeklerini, Sporting Club buluşmalarını, baharda Bornova köşklerinin bahçelerinde yapılan “ne olacak bu Osmanlı’nın hali” muhabbetlerini, bu muhabbetlerde “mirim, sultanımız iyi; ama, İzmir’e Kraliçe hazretlerinin dikkatini daha çok çekmeliyiz” söylemlerini, yangına rağmen yenilenen İzmir’de, nasıl olur da “guraba-mahallatın” 200 yıldır aynı sokaklara mahkum olduğunu da anlatırım.

Çünkü ben 1922’de İzmirli olmadım...

“Sonradan da” gelmedim

Bir yerlerde “İzmir’de yağma var hücuuum” diye bağıranların çağrısıyla da gelmedi benim dedelerim İzmir’e.

Sizi önce biraz geriye, 1857’ye götüreceğim. Farkındayım “tekrar” yapıyorum yine. Eylül 1857’de İngiltere’nin Büyükelçisi Lord Stratford Punta (Alsancak) Garı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada “Bu demiryolunun, sanayi ürünlerimizin Türkiye’ye girişini kolaylaştıracak faydalı bir sermaye yatırımı olacağı kanısındayız. Hepimizin bildiği gibi, Osmanlı’nın yeniden canlandırılmasında, Avrupa’nın her zamankinden daha çok çıkarı vardır. Batı uygarlığı Levant kapılarına geldi, dayandı. Şimdiye dek geçmeyi başaramadığımız bu kapılar, artık ardına dek açılacaktır. Açılmazsa, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, zor kullanarak bu kapıları açacak ve isteklerimizi kabul ettirecek güce, hatta daha fazlasına sahip olduğumuzu herkesin bilmesini isterim. Anadolu’nun damarlarına yeni ve taze kan aşılayacak olan bu demiryolu gibi üretken girişimleri desteklemek, İngiltere Hükümeti’nin başta gelen görevidir.”

Bu kadar açıkça niyetlerini ilan etme cesaretini nereden alıyor olabilir Bay Büyükelçi? Bu konuşmadaki küstahlığı hissetmediniz mi?

Dikkat edin lütfen. İzmir’in işgali bu tarihten 62, kurtuluşu ise 65 yıl sonradır.

İngiliz sefirinin nasıl emperyalist İngiliz çıkarına vurgu yaptığını, vurgusuna tehdit de eklediğini unutmayın. Acaba sefir Punta’da bu sözleri söylerken, dinleyenler arasında Osmanlı’nın valisi, paşası, hocası falan var mıydı?

Bize dayatılan hep “Yunan”, Yunanlara dayatılan da hep “Türk”...

Dayatanlar kim?

Hep aynı adresler. Bugün de inanın böyle. Al ABD’yi vur İngiltere’ye...

İzmir’in işgali öncesi toplumsal havalar hiç dikkat çekmedi.

Hani sanırsın ki pat diye 1919 gelmiş, aylardan da Mayıs olmuş.

Yunan Başbakanı Venizelos uzosunu içerken emir vermiş “haydi vre gidelim Zimirni’yi işgal edelim!”

Ne Balkan savaşları ne Almanların tezgahında perişan olduğumuz 1. Dünya savaşı ne Balkanlar’dan göçler ne Selanik meselesi olmuş gibi.

Yunan geldi...

Sonra Kemal’in askerleri geldi, Yüzbaşı Şerafettin Hükûmet Konağı’na bayrak astı, sonra yangın çıktı, sonra söndü, sonra fuar yaptık, enkazı kaldırırken ölen atları da heykelleştirdik!

Eeee? Başka?

Bir grup çıkmış “Türkler İzmir’i yaktı, Ermenileri Rumları katletti” der...

Diğer grup “Hayır İzmir’i Ermeniler Rumlar yaktı” der...

Ve bu neredeyse 100 yıldır devam eder.

İnanın bana “birilerinin torunları da” bulundukları “teraslarda” viskilerini yudumlarken tebessüm eder.

Benim fakirlerim de hala Kadifekale’den Basmane’ye 200 yıldır ellenmeyen sokaklardan iner, düne kadar da çöplerini eşekler taşır!

Ama başa dönelim şimdi.

Tarih 15 Mayıs 1919.

İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgal edildiği gün. Sadece o gün hunharca katledilen tüm Türk Müslümanları biliyor muyuz? Yoksa sadece “bize öğretildiği kadarını mı” biliyoruz?

O gün “ilk kurşun” diye tarihe geçirdiğimiz Hasan Tahsin’in heykelini 1970’lere kadar neden dikmedik? Miralay Süleyman Fethi Bey’in kemikleri bugün nerede?

Kanlı üniformasını, dişlerini neden çocuklarımıza gösteremiyoruz?

O güzelim lahitin mezar taşı neden yıllarca Agora’da mahzun ve terkedilmiş bırakıldı?

Şehadete erdiği ev bugün ne hallerde?

İyi ki Kâtip Çelebi Üniversitesi düşündü de, yıllar sonra kemikleri olmasa da lahdi yerine kavuştu.

Ya Kapılar’da şehitliği olan polisler?

Neden onları da “terk ettik”?

Damlacık, Tilkilik, Kemeraltı, Anafartalar, Hatuniye, Konak, Kordon, Mezarlıkbaşı’nda zevk için katledilenler?

Ne zaman andık onları? O hayvan gibi sürüklenen, hayvan ambarlarına tıkılan liseli çocuklarımız?

Sarı Kışla’dan silahsız çıkan ve katledilen tüm askerlerimizin, subaylarımızın kaçının adını biliyoruz?

“Kurtuluş ve Kuruluşun kenti İzmir’de” neden bir “Milli Mücadele ve Cumhuriyet Müzemiz” düşünülmemiş on yıllardır?

Sarı Kışla’yı “yıkanların” asıl niyetleri neydi?

Acaba “gizli” efendilerinden “geride bir şey kalmasın” emri mi almışlardı?

Rüzgârın dönüşü olmayaydı, 1922 yangını daha nereleri yakacaktı?

1919 işgalinin özellikle ilk 40 gününde katledilenlerin gerçek sayılarını bile bilmiyoruz da sağda solda mezarlarını bulunca “ah vah” ediyoruz.

Ne yazık ki savaşların hukuku yok.

1919 Mayıs’ında çok acılar çekti İzmirli Türkler.

Ama İzmirli Türkler hep acılar çekti.

Su “aşağı mahalledeydi”, elektrik “aşağı mahalledeydi”, okul, hastane, pastane hep “aşağı mahalledeydi”.

Belediye reisleri, valiler Türk’tü ama ilgileri daha çok “aşağıyaydı”.

Merhamet ve vicdan sahipleri bir şeyler yapmak istedi ama yetmedi.

Tabii burada iş “fakirliğe” gelince İzmir’in fakirleri ayrımsız hep bir aradaydı. Fakir Rumlar, fakir Ermeniler, fakir Museviler, fakir Müslümanlar hep bir aradaydı.

Levantenlerin kurduğu Düyun-u Umumiye Reji Kolcu gruplarının öldürdükleri de hep Türkler ve Rumlardı.

Yani sözün özü mesele “katliamsa” bu katliamın kurbanları hem Türkler hem Rumlar hem Ermenilerdir. Almanlar, Türkleri Rumlara, İngilizlerse Rum ve Ermenileri Türklere düşman etti. Bu kadar açıktır bu.

Türk ordusu İzmir’e girdiğinde, İzmir’de yeterince Yunan askeri yoktu.

Türkler İzmir’e girmeden önce Metropolit dışındaki tüm yönetim ve hatta Osmanlı belediye reisi de kaçmıştı. İzmir’e gelebilen Yunan askerleri de adeta ölü gibiydi. İzmir’de sadece yoğun olarak yerel halklar vardı yani. Ancak Yunanların gidişi ile Türklerin gelişi arasında sıfıra düşen asayiş, Nurettin Paşa’nın da gelişiyle başka bir hal aldı.

Dikkat edin, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Nureddin Paşa’dan pek hoş bahsettiğini söyleyemeyiz. Nurettin Paşa’nın, İzmir’deki Amerikan ve İngiliz diplomatları ile gemilerdeki yabancı subaylarla neler görüştüğünü araştırmak lazım. Siyasi yönü tartışılmaz olan ve Helen rüyasına yürekten bağlı Hrisostomos’un, İngiliz korumasındayken, korunmasından vazgeçilip Nurettin Paşa'ya teslim edilmesinin “sebeb-i hikmeti” hala meçhul.

Tahminim, Hrisostomos bir yol bulup Mustafa Kemal’le görüşebilseydi, galiba bundan en çok İngilizler rahatsız olacaktı.

İşgal sonrası hapishanenin açılması, belli noktalara yönlendirilmesi, hafiften yağma ve öldürmelerin başlaması, çocukluğumda duyduğum ama hakkında hiç bulguya ulaşamadığım “Kör Pehlivan Çetesi’nin” atlı, silahlı, başı bozuk adamlarla özellikle Rum ve Ermeni mahallelerindeki eylemleri de araştırılmazsa yakın zamanda başımıza iş açacak gibi.

Yunanların gidişi, Türk ordusunun gelişi ve yangına kadar olan sürede İzmir’de düzenli askeri birlikler var. En çoğu da İngilizler.

İngilizlerin ajan takımları da işgal öncesinden itibaren İzmir’i mesken tutmuşlardı.

Çok iyi Türkçe, Rumca ve Ermenice konuşuyorlardı. Üstelik bu İngiliz ajanlarının bir kısmını İzmirliler “tütün tüccarı” sanıyordu.

Türk ordusunun İzmir’de asayişi sağlaması birkaç gün sürmüştü. Zaten ardından da yangın çıkmıştı. Acaba bu arada İngilizleri ciddi panikletecek bir şeyler mi yaşandı?

Yangın 9 Eylül’den 4 gün sonra başlıyor. Üstelik yangının başlama alanı, Nurettin Paşa'nın makamına da çok yakın. Mustafa Kemal ve komuta erkanı da İzmir’de. Asayiş güvenliği hala yok desem, Mustafa Kemal nasıl gelmiş? Ki kurtuluştan bir gün sonra geliyor.

Yangın inanılmaz başlıyor, genişliyor.

Kontrol altına alındıktan sonra ise o “korkunç yağma” başlıyor.

Çünkü İzmir yangını ve sonrası aslında ciddi gündem olmuştu TBMM’de. (O günlerin oturumlarına TBMM web sayfasından siz de ulaşabilirsiniz.)

29 Kasım 1922 tarihli gizli celsede Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey “20 bin ev yandı... Gayr-i Müslimlere ait olan mal ve eşyadan pek azı kalmıştır... Zarar en az hesapla 300 milyon altından fazladır” demiş. Yine Mardin Mebusu İbrahim Bey söylentilere dikkat çekerek: “İşitiyoruz ki, İzmir'in yağmasına birçok subay, komutan iştirak etmiştir. Bu vaki midir? Sonra Birinci Ordu Kumandanı Nurettin Paşa bütün nakit parayı ve eşyayı almış, birçoklarını dağıtmıştır. Bu doğru mudur? O paralar ne miktardadır?”

Karahisar Mebusu Mehmet Şükrü ise Sakallı Nureddin Paşa’nın kasaları bomba ile açtırdığını, el koyduğu paraların ne kadar olduğunun bilinmediğini söylüyordu.

İşin ilginç ve acı tarafı İzmir yangını çabuk öğrenilmiş ve neredeyse Türkiye’nin her yerinden İzmir’e akınlar olmuştu. Emval-i Metruke’nin tasfiyesine yol açmıştı yangın açıkçası.

Biz yıllardır sadece “yangını kim çıkardı” sorusuna kafa yorduk.

Bugün ülkemizin fikri tohumlarının atıldığı ilk yerlerden olan “İzmir Fuarı’nın da” hazin öyküsünü bir gün yazacak mutlaka tarih. Çünkü inanın bana “hikaye” çatlayan atlardan daha üzücü ve mide bulandırıcı!

Kimsenin milliyetine, dinine küfretmeden, sadece “insanlık” adına yürüyebiliriz.

Ve tarihimizde bize öğretilen bazı “kahraman ve iyi” insanların, aslında sıradan “hırsız”, adı bile geçmeyen ve sadece bir TV dizisi ile öğrendiğimiz “Gavur Mümin” gibi gerçek kahramanların da özgürlüğümüzü borçlu olduğumuz insanlar olduğunu anlayabilirdik.

Keşke İzmir yine “çok sesliliğin, çok renkliliğin” merkezi olsa.

Umutsuz muyum? Hayır!

Çünkü ben “emperyalizm davetiyle” İzmirli olmadım!

Şu aralar tüm şer güçler, tıpkı 100 yıl önce emir aldıkları merkezlerin itmesiyle İzmir’de de “bir” oldular. Bazıları “solcu” bazıları “sağcı” görünüyor ama alayı da emperyalist mezarların uşakları. Alayına “Edep ya hû” demekten başka bir şey gelmiyor dilime. Tabii şimdilik!

Aslında “mübadele” anıtı gibi bir büyük anlamlı anıta daha ihtiyacımız var?

Tahmin edenler yazsın bana… Tahmin edin ne anıtı olabilir?

9 GÜN KALDI!

Bir yandan salgın riski, bir yandan bazı kafaların içindeki “saklı hisler” bir yandan da yeni türeyen “Cumhuriyet tarihine dudak büken” görünüşü “aydınlık” ama içleri “karanlık” emperyalist uşakları. Bakalım nasıl kutlayacağız 29 Ekim 2020’yi? Ama heyecanım dorukta. Tam bir hafta sonra 27 Ekim 2020 günkü yazımda hem CHP Genel Merkezi’ne hem de tüm CHP’li dostlarıma bir sürprizim var. Büyük olasılıkla “unutulan” bir belgeyi açıklayacağım. Sonra da o belgeyi APİKAM’a şahsen bağışlayacağım. Aslında emin olsam, arşivlerde olmadığına ki sanmıyorum, kutsal emanet gibi sakladığım o kitapçığı, Başkanımız Tunç Soyer’le birlikte Ankara’ya gidip, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na “teslim ederdim”. Ama galiba bu mümkün olmaz. Bu arada Büyük Bayramımız ile ilgili Apikam’ı takip edin. Hem sosyal medyada hem de Çankaya’daki binasının önünden geçerken, dikkatli bakın. Çünkü İzmirlilere çok anlamlı bir sürpriz de Apikam duvarlarında olacak.