Babam ve Oğlum”, Çağan Irmak’ın ödüllü filmiydi. Hani derler ya, “salya sümük” ağlatan, “insanı yıkıp geçen” diye tarif edilebilecek senaryoya sahipti. Filmin konusu, 12 Eylül faşist darbesi gölgesinde bir ailenin geçmişle hesaplaşmasıydı. 17 yıl önce Çetin Tekindor, Fikret Kuşkan, Şerif Sezer, Yetkin Dikinciler, Tuba Büyüküstün, Binnur Kaya ve Hümeyra’nın oynadığı film -bildiğim kadarıyla- Seferihisar ve Ayvalık’ta çekilmişti. Komik sahneleri olsa da duygusal içeriğe sahip film hakkında yapılan şu analiz ne doğruydu: “Sevdiğim insanları, kaybettiğim insanları, kaybetmekten korktuğum insanları düşündüren, düşündürdükçe ağlatan film…”

Film o kadar gerçekti. Bizdendi. Kalbimizin iliklerine kadar işleyendi” de benim tespitimdi…

xxxx

Geliyoruz 60’lı yıllardan bir baba-oğul öyküsüne; gerçek, yaşanmış. Baba, emekli jandarmadır. Biri kız, 5 çocuğu vardır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun her yanını dolaşmıştır ailesiyle. Görev yeri; çoklukla mezralar, dağ köyleri olmuştur. Dolayısıyla yokluğu çaresizliği de dibine kadar yaşamıştır. Emekli olunca da Ege’nin şirin bir ilçesinde yaşamını sürdürmeye başlamıştır. Her evladıyla elinden geldiğince ilgilenmiş, ülkeye yararlı insanlar olarak yetişmeleri konusunda büyük çaba sarf etmiştir. Çocuklarından özellikle birisinin çalışma azmi ise, onu çok mutlandırmaktadır. O çocuk; çay ocağı garsonluğu, seyyarlık, kasa imalatı gibi işlerde -küçük yaşlardan itibaren- emek vermiştir. Sempatikliği, güleç yüzlülüğüyle, pratik zekasını kullanmasıyla çevrede çok sevilmiştir. Aradan yıllar geçmiştir, çocuklar iş-güç, aile sahibidir artık. Anneyle, babalarıyla ilgilenmeyi asla ihmal etmezler.

xxxx

Bu mutluluk, babanın elim bir kaza sonucu cezaevine girmesiyle bozulmuştur. Baba yaşlıdır ve ciddi hastalıklara sahiptir, cezaevinin de şartları bellidir. Çocuklar her fırsatta ziyaretçisi olmayı aksatmazlar. Öykümüzün kahramanı evladın, bir gün telefonu çalar. Ankesörlü telefondan arayan mahkum, “Baban çok hasta abi. Belki sana haber vermezler diye düşündüm. Ambulansla hastaneye götürülüyor” der. Evlat önce panikler. Cezaevi, oturduğu yere yaklaşık 1 saat mesafededir. Otomobiline biner. Fakat kullanacak durumda değildir. Yoldan bir taksi çevirir. Zaman geçmek bilmemekte, yol bir türlü bitmez gibi gelmektedir ona. Bütün düşüncesi; babasını bir an önce görmek, elini tutup söylemek istediği ne varsa içinden geçenleri sevgiyle ona anlatmaktır.

xxxx

Hastaneye geldiğinde babasını bir sedyede bulur. Baba, baygındır. Yoğun bakımda da maalesef yer yoktur. Babasının elini tutar evlat. Kısa süre sonra baba gözlerini aralar ve şu cümle çıkar ağzından: “Biliyordum oğlum geleceğini, biliyorum. Aslan oğlum. Direneceğim senin için, sizin için” der ve gözlerini kapar. Evladın sicim gibi akan gözyaşları içinde cevabı şöyledir: “Al babam, bu kalp senin olsun!..”

Evlat, koşarak hastane başhekiminin odasına çıkar, durumu anlatır, adeta yalvarır. Başhekim halden anlayandır. Kısa sürede baba servise alınır. Tam 15 gün yoğun bakımda kalır, evlat da koridorda nöbette. Çünkü jandarmalar izin vermezler yanında refakatçılığına. Bu arada bir doktor, nöbetleri dışında da sıkça ilgilenmektedir babanın durumuyla. Evladın ilgisini çeker bu ilgi ve bir nöbet sırasında sorar; “Babamla neden bu kadar ilgilisiniz?”

Doktorun yanıtı Nazım'ın şiiriyle karışıktır: “Hep gözlüyorum. Babanıza şefkatiniz, beni çok duygulandırıyor. Sadece analar adam etmez adamı. Babalar da adam eder adamı!..”

xxxx

Baba sağlığına kavuşur. Taburcu olur, cezaevine döner. Aradan 6 ay geçmiştir. Evlat canı-ciğerinin vefat haberini alır. Yüreğinden vurulan kumrular gibidir şimdi. Mezara elleriyle indirir. Aylarca geceleri babasının kabri başında yatar. Nasıl demişti Can Yücel Baba da, “Açıldı nefesim, fikrim, can evim./ Hayatta ben en çok babamı sevdim.”

Evlat da gerçekten “en çok babasını sevmiştir” yarım asrı geçen ömründe…

xxxx

Bitiriyoruz…

Bu öyküyü dinlediğimde “Babam ve Oğlum” filmini anımsadım.

Filmden unutamadığım repliklerinden biriyle:

Evlatlar, babalarını hep hatırlamak istedikleri gibi hatırlarlar…”