“Denizi kimse anlatamaz
Hiç, hiç kimse
Dante anlatamadı
Anlatamadı Şekspir
Denizi yanlız deniz anlatır
Ve ben dinlerim.”
Arif Damar
“Dünya'da düzenli anlatışa hiç gelmeyen bir yer varsa, o da Anadolu'dur.”
(Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, Önsöz)
***
Akdeniz'i anlatmak da, Anadolu'yu anlatmak kadar zor. Bu konuda Balıkçı Baba'nın ustalığı tartışılmaz, bu konuda oan erişilemez.
Balıkçı, tarihte ilk olarak, Akdeniz'e deniz olarak değil, “Kıta” olarak bakmış ve ona “VI. Kıta” demiştir. Benim, Balıkçı'nın Akdeniz üstüne çeşitli dillerdeki yazılarını topladığım kitaba “Altıncı Kıta AKDENİZ” adını uygun görüşüm bu yüzdendir.
Balıkçı, Fransa'daki Kültürel Artistik Birlik Genel Sekreteri Lois Bayle'yi İonia'da (Batı Anadolu) gezdirirken “VI. Kıta”dan sözetmişti. Bayle, Fransa'ya döndükten sonra Balıkçı'ya mektup yazarak, bu konuyu biraz açmasını rica etmişti, iki de çok değerli kitap göndermişti. Bakın düşüncemizin rehberi, ona nasıl karşılık vermişti:
Aziz Lois Bayle, Akdenizli Kardeş;
Mektubunuz ve yolladığınız iki kitap için teşekkür ederim.
Kitaplardaki şiirlerden, sanki Teokritos'un pastoral, Vergilius'un bukalik'lerinden geliyormuşçasına bir koku, bir alize rüzgarı yayılmakta... Onları okudukça, tipik bir Akdeniz manzarası görüyormuş gibi oluyorum. Çünkü Altıncı Kıta, vahşi bir dünya değildir. Bu yönden, “insan dünyası” olduğu söylenebilir. Kesinlikle söylenebilir ki -eğer yanlış anlatıyorsam, Fransızcam için bağışlanmamı dilerim-, yüksek ve mağrur dağ uçurumlarıyla tüm Akdeniz'e, usta bir sanatçının elinden çıkmış sanat yapıtı denebilir. Bitki örtüsü yeterince zengin olmasa da, dahası, orada burada çıplak yerler, kayalıklar görülse de, bu böyledir.
Güneyden, denizden bakınca Toros dağları (Toros boğa demekti ve bu çok önemlidir) birbiri ardınca, mavi Akdeniz'in doruklarda patlamış ak köpüklü dalgaları gibi şahlanmışlardır.
***
Mitologya çağında Tanrıça Hera, tanrısal göğüslerini sıkar; sütün fışkırmasıyla gökkubbede geniş bir yay çizer ve böylece Samanyolu yaratılmış olur. Sütten Akdeniz'e düşen damlalardan, çılgın ada oluşur. Bu Altıncı Kıta'nın başlangıcıdır.
Ortadoğu'nun batısında oturan ve ayrı diller konuşan toplumlar, Akdeniz'e “Ak” ya da “Duru” deniz adını takmışlardır. Türkçe “Akdeniz”, Arapça “Bahr-i Sefid” denir. Bunun aksine, kuzeydeki deniz “Karadeniz”dir.

.... Bu ışık, hayatın başlangıç gülümsemesidir. Bu, en büyük saflıktır. Gerçekte sanat ve şiir evreninin herkese, çevreye aşk ilan edişi olmasın mı? Böylece Akdeniz, derinliğine kadar inilemeyen aşk ve hayat uçurumu olmaktadır. İskorpit balıkları, yunus ve ton balıkları, korifemler, mitolojik figürlerle ve özellikle mevrularıyla (Akdeniz'deki Orfoslar), denizaltı mahzenlerinin, karanlıklarından çok şaşkın iri gözlerini ışığa çevirerek çıkarlar. İşte bu, doğmaya hazır günün aydınlığını, saydamlığını yaşatan Altıncı Kıta'dır.”
***
Kendi yaşamına çevrildiği “Mavi Sürgün”ün bir bölümü “Ulu Çınar-Musa'nın Sevgisi” başlığını taşır. İşte bu bölümden birkaç satır:
... Bodrum'da bir de Musa adlı bir delikanlı vardı. Ona 'Zeytinci' derlerdi. Çünkü, Tarım Bakanlığının bor memuruydu. Candan bir çocuktu. Her derdini, kendi gönlüne açıyormuş gibi bana açar, her sevincini paylaşmamı isterdi. Adam, karısıyla bir türlü geçinemiyordu. Onun ya da kadının bir kabahati mi vardı? Hayır! Birbirlerine hiç olmazsa derin saygıları vardı. Gelgelelim, ikisinin de ahlakı güzel olmasına rağmen, artı ve eksi kontaklar oluyor ve şimşekler çakıyordu. Bana bir gün anlattı:
“-Dün gece yine çatışma oldu. Refika acı acı bağırıyordu. Eh, fıkarayız, bir şiltemiz var. Onun siniri tutunca, benim ayrı yatmam gerekir. Deniz kıyısından koca bir taş alıp, yukarıya çıkardım. Onu yastık, kuru tahta tabanını da şilte edindim. Aşağıda, sokaktan sarhoşlar geçiyordu. Refika'yı türkü söylüyor sanmışlar, iri ve bozuk sesleriyle 'Zeytinci keyfinde, sabaha kadar eğleniyor maşallah' diyorlar ve kalın kalın gülüyorlardı...”
Burada anlatılan “Zeytinci Musa”, Halikarnas Balıkçısı'nın kendisinden başka kimse değildir. Üstelik bu bölüm sayesinde, Balıkçı'nın ilk eşinden (Sina Kabaağaç'ın anası Hamdiye Hanım) ayrılıp, Bodrum'da bir kızla (İsmet, Aliye ve Suat'ın anaları Hatice Hanımla) evlenmesinin öyküsünü de öğrenmiş oluyoruz...
Gerçekten de zeytin sevdalısıydı Balıkçı.
Akdeniz'e Akdeniz güzeli zeytin derdi.
Bu uygarlığın, Anadolu ile özdeş olduğunu bilir ve bildirirdi:
İon sözünün batıya doğru gezisine paralel olarak, Grekçe üzümün, şarabın, incirin ve özellikle de zeytinin adlarının Grekçe aslından olmayıp, birçok dağ, burun ve körfez adları gibi, bir Anadolu dilinin kökünden oldukları anlaşılmıştır. Delice zeytini, Portekiz'den Hindistan'a kadar vardır. Ala zeytinin bir besin maddesi olarak kullanılışı, Yunanistan'a Anadolu'dan geçmiştir. Çünkü Homeros, Anadolu'da zeytinyağının bir tuvalet yağı olarak, hatta, yazılanların başka bir yerinde ilaç olarak kullanıldığını anlatır. Bittabi (elbette) bir besin maddesi olarak kullanıldığını yazmaya gerek görmemiştir. Zeytin ağacı (delice), Anadolu'da ve Anadolu'ya ait adalarda boldur. Yunanistan'da ise seyrektir. Zaten zeytn, Yunanistan'a, İyonya'dan başka yerden gelemezdi. Rodos adası, İtalya'nın egemenliği altında ilen, İtalyanlar İtalya'dan, İtalyan delicelerinin üzerine aşılanmış cins zeytin fidanları getirdiler. İtalyanlar ne ettilerse, bir türlü o fidanları tutturamadılar. Bunun üzerine, Marmaris ve Bodrum'dan tonlarca Anadolu delicelerinin tohumlarını getirmek zorunda kaldılar. (Delicelerin kökleri, hangi toprağın hangisi olduğunu, sınırlar çizen diplomatlardan daha iyi bilir.)
(Zeytinin Atina'ya geliş söylencesini bir de Balıkçı'nın kaleminden okuyoruz.)
“ Tanrıça Athena'ya ait bir efsane, zeytinin Yunanistan'a nasıl geldiğini ima etmesi bakımından önemlidir. Tanrıça Athena ile Denizler Tanrısı Poseidon, Atina kentinin koruyuculuğu için, yarışmaya girişirler. Kente en faydalı şeyi getiren, muzaffer (utku kazanmış) sayılacaktır. Poseidon atı, Athena ise zeytin ağacını getirir. Athena kazanır ve kentin koruyucusu olur. O zamanın megaron denilen, iki gözlü evlerin alt odalarında pencere yoktu. O karanlıkta, Poseidon'un atını oynatacak değil, kandil yakacaklardı. Zaten Yunanistan'da zeytin, azlığı yüzünden, kutsal bir hal almıştı. Yarışlarda kazananların alınlarına, zeytin dalı çelengi konulurdu. İspanya'da zeytine aceituna (Arapça elzeytun'dan) denir. İspanya'da delice, Arapların sözcüklerinden önce vardı. Ama zeytinin bu adla anılması, zeytinin İspanya'da bir besin maddesi olarak kullanılması geleneğinin, Araplar tarafından getirildiğini gösterir.”
Sümer söylencebiliminde Utnapiştim'in, Akdeniz söylencebiliminde Deukalion'un, Tevrat'ta ve İncil'de Noah'ın, Kuran'da Nuh Peygamberin, Tufan'ın sona erip ermediğini öğrenmek için gemiden saldığı güvercin, ağzında zeytin dalıyla döner. Tufan sonrası gemi; Ararat (Ağrı), Cudi ya da Nizir dağına oturur. Bu; zeytinin kurtuluşu simgelediğini gösterir. Üstelik, tufan sonrası geminin oturduğu belirtilen dağların üçü de Doğu Anadolu'dadır. Bu bölge genellikle, zeytinin anayurdu sayılmaktadır. İnanca göre Noah (Nuh) ve yanındakiler, güvercinin ağzında getirdiği zeytin dalını dikerler. Bu yüzdenh zeytin için; “Oleam magnum prima perdidi est”, yani “zeytin var edilmiş ağaçların birincisidir” denilmiştir.
Son din kabul edilen Müslümanlığın kutsal kitabı olan uran'da; “zeytinin olduğu ülke, yaşamak için emin” sayılmaktadır.
Zeytin, Anadolu'da (Marmara'dan Ege'ye, Akdeniz, Güneydoğu bölgelerinde) kanaatkar (azla yetinen) ve fazla seçmeci olmayan bir ağaç (bitki) olarak tanımlanmaktadır. Üstelik Türk halkının şu sözü, zeytinin ne denli uzun ömürlü olduğunu göstermektedir:
“Bağ babadan, zeytin atadan!..”
İnsan tek ağaçla yetinmek zorunda kalsaydı, zeytini seçmesi pek akıllıca olurdu. Bu şansını Akdeniz'de rahatlıkla kullanabilirdi. Zeytin gözlü bir Akdeniz güzelidir zeytin!..