Yarın 10 Kasım.

Anadolu’da emperyalizmin kanlı sömürgeciliğine, işgaline son veren, kula kulluğu bitiren, yurttaş olma hak ve bilincini yerleştiren, kadına “insan” gibi davranışı kökleştiren, koca milletin kaderini bir kişinin eline bırakan yoz düzeni yıkan Başkomutan, birinci Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikalinin yıldönümü. Rahmet, minnet ve mahcubiyetle anıyorum. Ruhuna duam da ulaşır inşallah. Zira Ay yıldızlı al bayrak dalgalanıyorsa, ezanlar minarelerden özgürce okunuyorsa, Cuma namazlarını “hür” olarak engelsiz kılabiliyorsak camilerde, sebebi Mustafa Kemal Paşa’nın zafere ulaştırdığı İstiklal Harbi’dir.

10 Kasım 1938’de dünyaya gözlerini kapattı kapatmasına da Atatürk, acaba 1938 Kasımından bu yana “kaç kez” suikasta uğradı?

Şaşırmayın yazdıklarıma. Atatürk tabii ki öldü. Ama unutmayın ki yaşarken “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir” sözünü de etmişti değil mi?

Atatürk, çocuktu, gençti, orta yaşlıydı ve öldü. Ruhu bedeninden ayrıldı, Anıtkabir’de yatıyor şimdi. Ama “sıradan” bir insan değildi. Devlet kurdu, toplum oluşturdu, millet olmayı öğretti. Her insan gibi de “vadesini tamamladı” ve gitti. Ama Atatürk bir devlet ve fikir adamıydı, bir asker ve yurttaştı. Bu yüzden de yaşarken yukarıdaki sözünü söylemişti vurgulayarak. “Fikirlerim” demişti, “Duygularım” demişti ve “hissetmeniz, anlamanız lazım” demişti.

1938 sonrası o kadar çok “kırılma” yaşandı ki, acaba her kırılma içerideki “gizli emperyalist” işbirlikçilerine “suikast” fırsatı vermiş miydi?

1946, 1950, 1960, 1971, 1980, 1983, 1997, 2002, 2016, 2018…

Dünya savaşı, çok partili hayat, darbeler, ekonomik krizler, darbe girişimleri, muhtıralar ve her kırılmada Atatürk’e “suikast”!

Dini siyasete alet etmek değil midir Atatürk’e suikast?

Komşularla barış içinde yaşamak yerine, emperyalistlerin oyunlarıyla düşmanlık beslemek Atatürk’e suikast değil midir?

Gençleri yok saymak, ezmek, dinlememek, işsizliğe, umutsuzluğa sürüklemek, eğitim haklarını engellemek Atatürk’e suikast değil midir?

Yerli malı üretmek yerine ithalatı desteklemek, yerli ve milli fabrikaları kapatmak, görgüsüz ve cahil sermayeye peşkeş çekmek, “özelleştirme” adı altında yerli ekonomiyi dinamitlemek, Sümerbank gibi dev kuruluşları önce işlevsizleştirmek sonra da kapatmak Atatürk’e suikast değil midir?

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür yarınlar yerine, kerameti kendinden menkul çağdışı yapıları millete dayatmak Atatürk’e suikast değil midir?

Altı ilkeyi, Türkiye ve dünyanın değişen koşullarına uydurmamak, ne kadar uç oluşum varsa kabul etmek, liberalizmin tüm “değiş tonton” yapılarını ülkeye hatta Atatürk’ün partisine sokmaya çalışmak Atatürk’e suikast değil midir?

Toprağı ve suyu, havayı ve ormanı hatta yeraltı hazinelerini emperyalistlere vermek, kullandırmak, satmak Atatürk’e suikast değil midir?

83 yıl sonra gerçekten Atatürk’ü anladık mı sizce?

Şu milli paramızın düşürüldüğü trajediye bakın! Tabelalara, raflardaki ürünlere bakın, ekranlara gazetelere bakın ne görüyorsunuz?

Yarın herkes “Atatürkçü” biliyorum… Anıtkabir’de deftere yazma hakkı olanların satırlarını düşünüyorum da…

Sosyal medyada mevki makam sahiplerinin mesajlarını düşünüyorum da…

Ekranlardaki reklam arası “Atatürk’ü anma” kepazeliklerini düşünüyorum da…

Yapılacak panel, açık oturum, konferanslarda 83 yıldır tekrarlananlar dışında söylemler olmayacağını düşünüyorum da…

Kusura bakmayın… Ben yüreğimden anıyorum Gazi Paşamı…

Ama türlü hokkabazlıkları düşünüp, bunca samimiyetsizlik içinde, tıpkı yıllar önce rahmetli Nadir Nadi’nin yazdığı gibi haykırıyorum: Ben Atatürkçü Değilim!

***

YÜREĞİM RAZI DEĞİL SUSAMIYORUM!

Yazmayayım diyorum olmuyor. Sokakta yürürken, balkondan bakarken hep bir şeyler görüyor bir şeyler duyuyorum. Bazı edepsizler “neden uğraşıyor ki, beğenmiyorsa çeksin gitsin nasıl olsa kiracı” diyorlar ya? İnadına yaşıyorum Bayraklı’da… Amacım tarihe kayıt düşürmek. Beklentim de yok, esrarengiz çalışmalarım da. Söz konusu “deprem sonrası” olduğundan taraf da tutmuyorum, korku da yaşamıyorum. Her anımı not edip, her notu sizlerle paylaşıyorum.

Depremi yaşayıp “depremzedenin” kim olduğunu anlamak istemeyen iradelerle çarpışıyorum. Yurttaşına “devlet güvencesi” yerine “müteahhit faşizmini” reva görenlerle savaşıyorum. İster bana “Don Kişot” deyin ister “mahallenin delisi”, bazılarıyla aramda tek bir fark var.

Benim vicdanım var onlarınsa sadece cüzdan endişesi.

Depremden beri kaç kez sordum ve bir kez bile cevap alamadım. Şehircilik Bakanlığı’nın İzmir’deki kadrosu sanki uzaylı… İletişim sadece onların çizdiği çerçevede. Kendilerini halkın üzerinde gören bir anlayış hâkim bakanlıkta.

Depremzedeler üçe ayrılmış Bayraklı’da. Birinci grup depremi fiilen yaşayan, evi, işyeri yıkılan, sevdiklerini kaybeden, kaybetmeyen, enkazda kalan, kurtarılan veya o an evinde olmayan. İkinci grup, depremi fiilen yaşayan ama evinde, derin hasarlar olan, üçüncü grup ise yine depremi fiilen yaşayan lakin herhangi bir hasar veya kayıp yaşamayan.

Evi yıkılan, sevdiklerini kaybeden, enkaz yaşayanlar şimdi unutuldular.

Şimdi konu sadece “kentsel dönüşüm”. Yani ikinci grup.

Birinci gruba paldır küldür evler yapıldı. Bilgiler hep gizlendi, bankalara çağrılıp boş kâğıtlara imzalar attırıldı. Evlerinin arsa hakları iptal edildi, evlerinin metrekareleri kuşa çevrilirken, çatılarına o saçma sapan kubbeler yerleştirilirken, binalarının altı boydan boya dükkânlarla çevrilirken hak sahiplerine bir kez bile fikirleri sorulmadı. Toplantılarda bakandan, validen, müdürden hep “fırça” yediler. Onlar anılarının acısıyla yaşarken, vekilinden müdürüne yüzlerine karşı “bulun buluşturun, bu evler bittiğinde çok zengin olacaksınız” dendi hep.

Bayraklı’da “proje alanları” aslında “dram alanlarına” döndü. Kalabalık aileler kaç metrekareye sığdırılacak bilinmiyor. Her gün yeni duyumlar geliyor kulağıma. Sorsam “tık” olmayacak biliyorum. Ama dedim ya, maksat “tarihe kayıt düşürmek”. Mutlaka “bir gün” gelecek ve yüzleri kızaracak utançtan “birilerinin”!

Soruyorum: Proje alanlarında yapılan daire ve dükkânların kaçı “satılacak”? Satılacak olan dairelerin metrekaresi ile gerçek hak sahiplerinin yani deprem yaşamış ailelerin oturacağı dairelerin metrekaresi farklı mı? Farklı ise neden? Neden “büyük” olanlar satılacak da, küçük olanlara depremzedeler yerleştirilecek? Bu hak mı?

Ya dükkânlar? Kaçı hak sahiplerine kaçı dışarıya? Dışarıya satılacak olanlar ile hak sahibi olanların arasında fark var mı?

Proje alanlarında kura çekimi hangi yöntemle yapılacak? Kim yapacak nerede yapacak? Duyduğuma göre noterler, hak sahipleri adına kura çekecekmiş? Neden?

Şehir Hastanesi çevresinde yapılan rezerv konutlarında kimler, hangi esaslara göre oturacak?

Ve Şehircilik Bakanlığı’na bir soru daha, depremzede vatandaşların muhatapları neden şantiye şefleri ve müteahhitler?

Tekrar ediyorum. Bayraklı’da büyük, çok büyük bir “tezgâh” var. Olayı sadece “kentsel dönüşüme” indirgeyip, proje alanlarındaki hak kayıpları unutturulmaya çalışılıyor. Bayraklı Manavkuyu’yu bir “mülteci mahallesi” yapmak isteyenleri tahmin ediyorum. Ama iktidar unutmasın ki önümüzde seçim var. İktidar partisi dışındaki partilerin Bayraklı’da halkla daha samimi ve birlikte olamayışları da ayrıca dikkatimi çekmiyor değil.

Öte yandan, depremde acı çekmiş çocuk ve gençlerle ilgili de yazacağım. Eksik bazı bilgiler var tamamlamaya çalışıyorum.

Susmaya hiç niyetim yok…

***

ELEŞTİRİ GÜZEL ŞEY, AMA?

İktidar ve taraftarlarının “eleştiri” sözcüğünün anlamını nasıl yorumladıklarını merak ederim onca yıldır. Yıllardır İzmir dışında hep “iktidar” İzmir’de ise hep “muhalefet” oldular. Yarınlarda TBMM sıralarında da “muhalefete” düşerlerse, bence İzmirli AK Partililer revaçta olur, çünkü “muhalefeti” tuhaf da olsa sadece İzmir yerelinde yapıyorlar. Ama nedense mağlubiyetlerini hiç sorgulamıyorlar.

Eleştiri insan hakkıdır. Eleştiriden korkanın bilin ki “saklayacağı” bir tarafı vardır. Ama eleştiri ile hakareti ve iftirayı temelden ayırmak gerekir. Eleştiri “beynin çalışmasıdır” hakaret ve iftira ise olsa olsa gaflettir, cehalettir.

Arkadaşlıklarımda parti ayrımı yapmam. CHP, İYİ Parti, AK Parti, MHP diye ayırmam, çünkü benim için sözde değil özdedir “insan olma”! Lakin yolu hakaret, iftira ve yalandan geçenleri de insan bellemem. Hele hele, insanın mahremiyetini, özelini, tercihlerini ulu orta ve ne amaçla olursa olsun kullananlara selam dahi vermem. Çünkü eleştiri, “dikkate alınanlara” yöneliktir. Geçtiğimiz günlerde AK Parti Konak İlçe Başkanı Mehmet Sait Başdaş, bütçe çerçevesinde Konak Belediye Başkanı Abdül Batur’u eleştirmiş. Siyasetçi olarak görevi. Ancak Batur Başkan, 1999’dan beri “belediye başkanı”. Bence yarınlarda mutlaka kitap da yazmalı. Ciddi bir rekora koşuyor sağlıkla.

Ben ilçe başkanının eleştirilerine söz söylemem de, konuşmasında hükümetinin İzmir’e her alanda ciddi hizmetler yaptığını iddia etmiş. Kemeraltı, Anafartalar, Alsancak, Kadifekale… Tarih yani… Konak Tüneli demiş ama? Tekel Depoları dediği yer tam neresi anlamadım. Geçen Yeşildere’den de bahsetmiş. Sayın ilçe başkanının sanırım İzmir ve Tarih, İzmir ve kültür konularında desteğe ihtiyacı var. Hoş AK Parti’nin tamamının İzmir konusunda “bilgi” eksiği hele de tarih ve kültür konusundaki eksikleri bana bir ay yazı konusu olur vallahi.

Zaten o eksikleri fark etselerdi İzmir’de de iktidar olmazlar mıydı?

Boş verin… Eleştiri güzel şey canım!