Yaşamı; “yapıtlarıyla bir” devrimci şairdir Nâzım Hikmet.
Silahı şiir, şiiri silahtır; o şiiri de “cesarete” kardeştir.
“Yalın ve özlü’’ Türkçe ile de en iyi dost “Soylu Şair’’dir.
Dünya'nın Atatürk’ten sonra “En Çok Tanıdığı İkinci Türk”tür.
Kendi şiirini tanımlarken, “Kökü yurdumun topraklarındadır” der.
Öyle bir köktür ki, bu dallarıyla tüm insanlığa ve medeniyetlere ulaşırken -zaman kavramı- etkisini kaybeder.
Ozanın “güzel günlerin bir gün geleceğine olan inancı”, milyonların söylediği bir “umut türküsü”ne dönüşür şiirlerinde.

***
Biz onu mapuslarda çürütsek de Nâzım Hikmet hep yaşamı, kavgasını, hatta ölümünü de kapsayan "güzelim" dizelerini söylemeyi sürdürdü.
Şilili Pablo Neruda ona yazdıydı bu dizeleri;
“Zindanlardan kopup geldiğinde karşılaşmıştık seninle,
Kuyu gibi kapkara zindanlardan,
Canavarlıkların, zorbalıkların, acıların kuyuları,
Ellerinde izi vardı eziyetlerin,
Hınç oklarını aradım gözlerinde,
Oysa sen parıldayan bir yürekle geldin,
Yaralar ve ışıklar içinde...”
Bugün Moskova Gheorghiu Dej Sokağı’ndaki bir evin önünde koca tabelâda bakın neler yazılıdır?;
“Bu evde 1952-1963 yılları arasında Uluslararası Barış Ödülü sahibi, büyük Türk şairi Nâzım Hikmet yaşadı.”

***
Nâzım Baba üzerine ne zaman yazılan bir kitap görsem/okusam; onun -ne ozanlığından ne sevdasından, ne insanı sevmekten, ne de kavgasına olan inancından vazgeçmemesini- düşünürüm”
Değerli Meslektaşım Enver Aysever’in “Tepeden Tırnağa İsyan Nâzım Hikmet”ini okurken de bu düşüncemin yanı sıra yazarın; “aşk ve vefa borcuyla” bir sorumluluk üstlenmesinden kıvanlandım.
Aysever’e göre; Nâzım ‘’İstanbul’da bir ceviz ağacıdır, Gülhane Parkı’nı mesken edinmiş, bin yıllar boyun orada kök salmış (…)
Bir hasretlik türküsüdür, bir sokak lâmbasının solgun ışığında bekler durur sevgiliyi; birden bire kalkar, köpürür.
Çığlık olur göğünde hışırtısı yapraklarının…İstanbul’un…
Baharları ilk önce o çiçeklenir, yüzünü döner güneşe, güz gelince hüzünle yavaştan döker altın rengini yapraklarını, bir halı serer üşüyen çıplak ayaklı çocuklara (…)
Şiire tutkun, yaşamdan alacaklı, sevdayı en güzel, en ince dile getiren, hasreti en derinden , en kederli hisseden hainin..
Soylu bir ailenin konforlu dünyasını elinin tersiyle itmiş mavi bulutlara özgür bakmak için, yıllar yılı zindanların tutsaklığına katlanmış bir hain.’’
Kitap da; bir İstanbullu şairin öyküsüdür, bir vatan hainin.
Nereye gitse memleketini yüreğinde taşımış, gittiği her yeri memleket yapmış bir vatan hainin öyküsüdür bu.
Bir kanunla Anadolu’dan, yurdundan koparılmaya çalışılan ama halkının dilinde her yeni gün
bambaşka söz olarak kitaplaşan -hainliğiyle anılan bir yurtseverin- Nâzım Hikmet’in öyküsüdür.’’
Ama o “vatan haini” Türkiye için şunları yazmıştır;
“Sen esirliğim ve hürriyetimsin/ Sen memleketimsin/
Sen elâ gözlerinde yeşil hareler/ Sen/ Büyük,
güzel ve muzaffer/ Ve ulaşıldıkça ulaşılmayan hasretimsin…’’

***
Enver Aysever Nâzım’ı, “romancı diliyle” ve “bence” demekten korkmadan yazmış.
Geleneksel biyografi yaklaşımlarına ters bir tutum olduğunu da kabul ederek! İyi de yapmış.
Başlıktaki “isyan” da Nâzım’ın hak ettiği sıfat olmuş.
haber.sol.org.tr’nin Aysever kitabıyla ilgili manşetindeki gibi; “Umutsuz ve çıkışsız kalmamak için
Tepeden Tırnağa İsyan Nâzım Hikmet” diyelim.
Sonra da Refik Durbaş’ımızı selâmlayıp sorusunu yineleyelim;
“Kaç şair var Nâzım Hikmet misali şu yeryüzünde?”