"Atımla sefere çıkıyoruz seherde

Sabah, büyük bir kış uyanıyor,

Ağırlaşmış ay gibi susuyorum.

Yaşı bilinmeyen yağmur önümde,

Bin yıl ötedeki ufak çiçekler.

Dün gece, dün gece gördüm düşümde

Kömür gözlümden ayrı düşmüşüm."

(Melih Cevdet Anday, Tanıdık Dünya)

İzmir'den Kommagene'nin zirvesi Nemrut'a doğru giden otobüsteyiz. Rehberiniz Şadan Gökovalı. Bir yere geldik ki; okunun ucu sola yönelik levhasında "Malarya"yı görüyor ve haziruna soruyorum:

-Malatya'yı da görmek ister misiniz?

Hastaya çorba sorulur mu? 41 kişiden:

-Elbette, çığlıkları yükseliyor.

Sürücüye:

-Sür otobüsünü Malatya'ya doğru, diyorum.

Otobüs öyle bir sola dönüş yapıyor ki, devrilmemesi, şoförün ustalığından.

İşte tam o kırılma noktasında, yolun sağında tuzak kurmuş trafik otobüsü çakarlarını çakıyor, farlarını yakıyor, sirenleri ötüyor.

Kaptana:

-Kabahat bende ceremesi her ne ise ben çekerim.

Sizler gibi temiz temiz yüzlü bir polis memuru, otobüsün sağ ön kapısından giriş yapıyor. Ben, avuçlarımı oğuşturarak:

-Bütün kabahat benim, şoföre geç söyledim, cezamız ne ise...

Trafik polisi:

- Ne cezası hemşerim, dedi. "Ben İzmir plakalı otobüsü görünce kaçırmak istemedim. Hoş geldiniz. Hepiniz benim yakınımsınız”...

Yakınlık, hemşerilik, dostluk böyle bir şey işte.

Aynı şey bir kez Hakkari'de olmuştu. Aracımızın plakasını (35) gören bir polis memuru, bizi sevgi ve özlemle kucaklamıştı.

Bazen hemşerilik, resmi görevin bile önüne geçer.

Askerlik yapanlar bilir:

Gerçek yaşamda birbirleriyle pek geçinmeyen komşu illerin gençleri birbirlerine "Egeli olsun da çamurdan olsun" derler.

Erken 1970'li yıllar. Yeğenim Şenay, Gökova'dan ilk genç kız olarak, Almanya'ya gitme hakkı kazanmıştı. Köylü ayağa kalktı:

-Kız çocuğu cavır (gavur) içine yollanır mı? Ya kaybolursa?

Tahir Hoca karısı Güleyşe söze karıştı:

Kaybolur mu hiiç? Öyle bir şey olursa, "Şadan Gökovalı benim dayım" der, onu gideceği yere götürürler. Tanıdığa güven böyle bir şeydir işte.

Köye her gidişimde mutlaka birkaç kişi, birilerine yazdırdığı mektubu benim, Manisa'da askerlik, Uşak'ta ırgatlık vb yapan yakınına götürmemi isterdi. Onlara, oraların benim yolumun üstünde olmadığını anlatmazdım. Çoğu kez bu mektupların üzerine pul yapıştırıp, postaya verirdim vesselam.

Bir gün, terhis olduğum yedek subaylıkla ilgili bir işlem yaptırmak için, Askerlik Şubesi önünde kuyrukta bekliyordum. Bir görevli, biraz sonra seslendi:

- Şadan Gökovalı'nın adamı gelsin.

Girdim içeri. Komutan (Albay):

- Şadan Gökovalı'nın işini öncelikle yapalım. Kendisi benim çok yakın arkadaşımdır. Kendisine selam söyle.

(Ben pişmiş aşa su katar mıyım?)

- Başüstüne komutanım, deyip çıktım.

Tanıdık olmak çoğu zaman işe yarar.

1962 yılında gazeteci/ görevli olarak hacca gitmiştim. Hacı adaylarının bir konuyu yanlış anlamaları üzerine, zabıta ile başım derde girmek üzere idi. Tam o sırada, az önce adını duyduğum acente görevlisi, adıyla seslendim. Adam geldi sıkıntım sona erdi. İlişkide olduğun kişilerin adlarını bilmek çok işe yarar. İşim düştüğünde hastanelerde sıra beklerken, adım ünlenince hastalardan, görevlilerden, adımı duymuş olanlar başıma toplaşır. Bütün bu tanıdık olmanın yararlarına karşın, çok yakın olmanın zararı da olabilir. İlişki, gereğince yakın, yeterince uzak olmalı. Türkiye'de tanıdık, yakın olmanın sağladığı avantajı, başka hiçbir şey kolay kolay sağlamaz.

Alış veriş başka, dostluk başkadır.