Bu köşede haftada bir yazdığım için, genelde konu bulma sorunum olmuyor. Üstelik şimdi çok yoğun bir gündem konusuyla karşı karşıyayız: Cumhurbaşkanlığı seçimi! Söz yerindeyse, her kalem tutanın kucağına nur topu gibi bir konu düştü. Gel de yazma! Bu bağlamda, özellikle daha sık yazan gerçek gazetecilerin işi epeyce kolaylaşmış görünüyor. Seçim konusunda toplumu bilinçlendirme görevi onların omzunda. Şöyle ya da böyle, benim yazmam biraz özengenlik (amatörlük); biraz da özenti diyebilirsiniz.
Önümüzdeki “baskın seçim”, siyasal düşünce ve mantığa dayalı bir haklılık yarışı olmayacak. Bu iş, demokratik toplumlara özgüdür. Bizde ne yazık ki yüzyüze gelemeyecek iki düşman kesim arasındaki kapışmada, adaylar ve yandaşları, medyanın gittikçe kızışan ve kızıştıran yayınlarını birer savaş alanı olarak görüyor. Yandaş ve korkak medya arasında da kararlı bir dayanışma sağlanmıştır: Yalan, iftira, tutarsızlık, çelişki, haksızlık, vb. medya bezirganlarını hiç de duraksatmıyor. İnsanoğluna doğuştan gelen vicdan ve sağduyu yetileri silinip yok olmuştur. En acımasız savaş koşullarını kışkırtıyorlar çünkü.
Tayyip buyurganlığı karşısında umarsız konumda yer alan ve buna karşılık siyasal dayanakları sağlam ve haklı görünen muhalif kesimin bütün sorunu, toplumun sağduyusunu uyandırmasında: Kitlelerle etkili bir vicdan iletişimi sağlayabilirse, her türlü medya engelini azaltabilir.
Son onyıllarda çok eleştirdiğim CHP, 15 milletvekili cömertliğinin ardından, Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanlığına aday göstermekle “kedi olalı bir fare tuttu” diyebilirim; yeter ki o fareyi ağzından kaçırmasın! Bu konuda sayın İnce’nin büyük başarı sağlayacak yapıda olduğunu düşünüyorum.
“Dörtlü ittifak”ın kurulmuş olması da, başlı başına toplumda olumlu izlenimler uyandırmış ve iktidarı korkutmuş görünüyor. Yılmaz Özdil, bu dayanışmaya “imece” diyor. Bence daha fazlası: Gerçekten, birbiriyle uyuşmaz görünen partiler arasındaki beklenmedik yardımlaşma girişimidir bu; parti sınırlarını ortadan kaldıran, aralarında güç paylaşımı sağlayan, savaş içinde barış ortamı yaratan sıradışı bir olay: Bir tür barış devrimi…
Biz yurttaşlar da, tıpkı siyasal parti üyeleriymişiz gibi, çevremizde aynı sorumluluk anlayışıyla, barış içinde davranma; nerede ne yaparsak ne söylersek beklentilerimize yarar sağlayabileceğimizi iyi hesaplama durumundayız. Örneğin, karşıtlarımıza kızmak ve hakaret etmek, her zaman iyi bir ikna yöntemi değildir; en azından uzun süreli olamaz. Kimilerinin tek başarı yolu bu olsa da, onların geleceği sınırlıdır.
Ne zaman kitleler, gözlerini televizyonun sanal dünyasından ayırıp, gerçeklikler dünyasına yöneltebilirse, o zaman medyanın “akı kara, karayı ak gösterme” hokkabazlığını yenecektir. Diyebiliriz ki çağdaş insanın özgürleşmesi, televizyonun yaydığı sahte imgeler dünyasından bağımsızlığını kazanmasına bağlıdır.
Tam da yeri geldiğini düşündüğüm için, bu yazıyı Pierre Guiraud’dan yaptığım bir alıntıyla bitiriyorum: “Bugün ‘kamuoyu’ demek; siyasal, ekinsel, ekonomik propaganda demektir artık. Bu propagandanın en etkin silahı, en kurnazca hokkabazlığı şudur: [İmgelerin], doğrudan doğruya nesnelerin kendisi olduğuna bizi inandırmak./(…) Yakın zamana değin krallar tanrıların oğullarıydı: Onları yeryüzüne üzüm ve mısır arasında gönderirdi tanrılar. Bugünse cumhurbaşkanları televizyon [yaratıklarıdır]. Bunlar da söylensel ekrana margarin ve iştah açıcı ürünler arasında inmektedir.(…) [Gerçeklik] bilinci yarın özgürlüğümüzün başta gelen güvencesi olabilir”.
Not: Bu alıntıyı, daha önce bu köşede andığım “Göstergebilim” adlı kitabın arka kapağından yapıyorum. Kitabın özgün adı “La Sémiologie”, yazarı P. Guiraud. Onu 1989 yılında Sivas’ta çevirmiş ve ilk baskısını bir yıl sonra orada yaptırmıştım. İkinci ve üçüncü baskıları Ankara’da, İmge Yayınları’nca yapıldı.