Röportaj/ Sinan KESKİN

Her yıl kızgın kumlarından serin sularına daldığnız Kefaluka sahillerinde geçmişte neler yaşandığını hiç düşündünüz mü? Kefaluka da nereden çıktı mı diyorsunuz? Akyarlar desem muhtemelen bilmeyeniniz yoktur. Ben Kefaluka'yı, hem yetişkin hem çocuk edebiyatımızın güçlü kalemi Bodrumlu yazar Mehmet Atilla'nın İs Kan Dil romanıyla tanıdım. İs Kan Dil ve Paramparça romanlarıyla güçlü bir dil oluşturan, çocuk edebiyatı eserleriyle onlara sıradanın dışında bir pencere açan usta kalem Mehmet Atilla ile Kefaluka'yı, 12 Eylül'ü ve edebiyat yolculuğunu konuştuk.

Eğitim ve meslek yaşamınıza baktığımızda hep teknik alanlarla ilgilenmişsiniz. Yazma tutkunuz ne zaman başladı? Yazdığınız ilk metni hatırlıyor musunuz?

Belirttiğiniz gibi lise ve üniversite döneminde teknik eğitim aldım ve teknik öğretmen olarak değişik okullarda çalıştım. Edebiyata ilişkin beslenmemi ise özel okumalar aracılığıyla sağladım. Zaten işi sırrı da burada, hangi eğitimi alırsanız alın, iş dönüp dolaşıp harcadığınız emeğe geliyor. Kitaplara ilgi duymamı sağlayan kişi ise ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Mehmet Koç’tur. Öğrenci denemelerini ve yırtıp attıklarımı saymazsak, çekmecemde anı olarak sakladığım ilk çalışmam 1976 yılında yazdığım “Kurtuluş Parkı” adlı şiirdir. Üniversite eğitimi için gittiğim Ankara’da yazmıştım.

Pek çok yazar gibi yazın hayatınıza şiir ile başladınız. Ama sonrasında yetişkin ve çocuk edebiyatına yöneldiniz. Bu bağlamda başlangıcından bugüne yazı ile yolculuğunuz nasıl gelişti? Kırılma anlarınız nelerdir?

Evet, önce şiir, ardından öykü... Böyle başladım. İlk şiirim Milliyet Sanat dergisinde 1984 yılında yayımlandı. Eski yoğunlukta olmasa da şiiri sürdürüyorum. Her yıl birkaç dergide şiir yayımlıyorum. Öykü de öyle. Onun da yeri ayrı. Yayıma hazır öykü dosyam var. Yazınsal yolculuğuma gelince: Çalışmalarımın kitaplaşmasını sağlamak için değişik yarışmalara katıldım. “Beşinci Tat Şiirleri” ile “Sancı Yılanı” bu şekilde yayımlandı. Çocuk edebiyatına girmemi de bir yarışma sağladı. Mevlüt Kaplan Edebiyat Ödülleri’nin ilkini kazanınca seçici kurul üyelerinden Hüseyin Yurttaş’ın desteğiyle kendimi Bilgi Yayınevinin şemsiyesi altında buldum. Son on yıldır da Tudem Yayın Grubu için yazıyorum.

Okudukça gerçek oluyor

İs Kan Dil ve Paramparça romanlarınız oldukça ilgi gördü. Bu romanlar sizin yaşamınızdan izler taşıyor mu? Tamamı kurgu mu?

Her ikisi de birer dönem romanı. “İs Kan Dil” aracılığıyla doğup büyüdüğüm coğrafyaya, yöre insanına ve köy enstitüleri felsefesine vefa borcumu ödemek istedim. Arka planda 2. Dünya Savaşı var. Tarihsel fon gerçek olsa da omurgayı oluşturan karakterler ve olaylar tümüyle kurgusal. Ama elbette ki deneyimlerim, izlenimlerim, tanıklıklarım önümü aydınlattı, onların ışığıyla yol aldım. “Paramparça” ise 12 Eylül’ün hemen sonrasını anlatıyor. O havayı solumuş biri olarak kuşağımın özverili gençlerine saygı duruşunda bulunmak istedim. Onun da olay örgüsü tümüyle kurgu, ama okudukça gerçek oluyor.

İs Kan Dil, çocukluğunuzun ve sonrasında hayatınızın büyük bölümünü geçirdiğiniz Bodrum'da (Akyarlar) geçiyor. Kitapta anlattığınız Akyarlar ile şimdi, tüm yaşananlardan habersiz, sadece tatil için bölgeyi dolduran insanları gördüğünüzde neler hissediyorsunuz?

Haklısınız, bizde böyle kopuşlar çok yaygın. Yalnızca tatilciler değil, bölgede yaşayanlar bile nasıl bir birikimin üstünde oturduklarıyla ilgilenmiyor. Romanı 2005 yılında yazdım, internet olanakları şimdiki kadar yaygın değildi, ister istemez belge ve anı toplamaya çalıştım. Fakat çok zorlandığımı söylemeliyim. Yazıyla barışık değiliz çünkü. Neyse ki son yıllarda belediyenin kimi çalışmaları övgüye değer. Bunu gördükçe seviniyorum. Ancak toplumun büyük bölümü popüler edebiyatla ya da ekran görüntüleriyle yetindiği için almamız gereken epeyce yol olduğunu düşünüyorum.

Paramparça, 12 Eylül'ün gazabına uğramış birçok aydının yaşadığı bir süreci anlatıyor. O dönemden günümüze Türkiye'de neler değişti? Değişen bir şey var mı?

Küresel çalkantıların yansımasını bir kenara bırakarak yanıt vereyim bu soruya. Yoksa çok uzar. Değişim kaçınılmaz, önemli olan yönü. Birkaç örnekle yönünü belirlemek isterim: Kitabın adından hareket edersek, 12 Eylül döneminde toplumsal bir parçalanma vardı gerçekten, şimdi ise yarılma var. O dönemdeki işkencelerin fiziksel boyutu anlatılır gibi değildi, şimdikilerin ruhsal boyutunu dile getirmek zor. O yıllarda yargı ve medya düzeninde birden fazla şapka görebiliyorduk, şimdi ortalık takkeden geçilmiyor. Uzatmadan şu kadarını söyleyeyim; Levent Kırca’nın “Olacak O Kadar” programı ilk kez 1986 yılında TRT’de yayınlanmaya başlamıştı, gerisini siz anlayın.

Çok satsınlar diye yazmadım

Yapboz Çocukları'nda işçi çocukları, Güvercin Adımları'nda etnisite konularını ele alıyorsunuz. Bu konular çocuk edebiyatı için cesur konular değil mi? Çocuklar vermek istediğiniz mesajı anlıyorlar mı?

Metnin kendi içinde tutarlılığı varsa ve hedef kitleye uygun bir dil tutturabilirseniz, okurun algısına güvenmeniz gerekir. Kaldı ki çocuklar tahmin edilenden çok daha fazla sezgilidirler. Önlerine yeni basamaklar koymayı seviyorum. Edebiyatın reçete sunma görevi yok elbette, ama farkındalık yaratmak ve yaşam bilgisi edindirmek gibi işlevi de var. Her iki kitabın gördüğü ilgiden son derece memnunum. Kaldı ki ben onları çok satsınlar diye yazmadım, çocuklara sıra dışı seçenekler sunabilmek için yazdım. Öğretmenlerin desteğine de özellikle teşekkür etmeliyim.

Hem yetişkin hem çocuk edebiyatında eserler veriyorsunuz? Kendinizi en özgür hissettiğiniz alan hangisi? Hangi alan daha zor?

Edebiyatın kendine özgü ölçütleri her iki alanda da geçerli. Tek fark algı düzeyinde... Çocuk edebiyatında ister istemez bir özdenetim geliştiriyorsunuz, bu nedenle kendimi yetişkin edebiyatında çok daha özgür hissediyorum. Zaten bu alanda kalem oynatmamın temel nedeni de bu. Kurguyla boğuşmak, bir cümleyi on değişik şekilde yazıp birini tercih etmenin hazzını yaşamak için yazıyorum. Çocuk edebiyatı bu denli yoğunluğu taşımadığı için yetişkin edebiyatıdır bana göre yazarı zorlayan. Biliyorum, genel söylem bunun tersidir ama ben böyle düşünüyorum.

Şu an üzerinde çalıştığınız bir dosya var mı? Varsa yetişkinler için mi çocuklar için mi yazıyorsunuz? Ne zaman yayınlanmasını planlıyorsunuz?

Yazarların belli bir temposu vardır, sağlık koşulları izin verirse hep yazmak isterler. Ben de neredeyse iki yıldır bir yetişkin romanı üzerinde çalışıyorum. Gerçi araya kısa bir çocuk kitabı da girdi ama o süreçte de okumalarımı, notlarımı sürdürdüm. Şimdilerde minik eklemeler, çıkarmalar yapmakla uğraşıyorum. İki üç ay içinde yayınevine gönderme aşamasına gelebileceğimi umuyorum. Yayımlanma kararını ve tarihi editörlerimiz belirleyecek, ama bu yıl için umudum yok doğrusu.

Son dönem çocuk edebiyatında verilen eserleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bir patinaj dönemi yaşıyoruz. Yirmi yıl kadar önce başlayan nitelik artışı, son yıllarda kendini tekrar etme ve benzer metinleri çoğaltma noktasına geldi. Bunun nedeni de yazarların, ressamların ve yayınevlerinin kitap sayısını çoğaltma kaygısı. Bunu anlamakta zorlanıyorum. Bir yazarın 20 kitabı olsa ne olur, 120 kitabı olsa ne olur? Umarım geçici bir dönemdir bu, zamanla taşların yerine oturmasını dilemekle yetiniyorum.

Korona virüsü salgını tüm hayatımızı altüst etti. Siz bu dönemi nasıl geçiriyorsunuz?

Varlığı bilinen ama görünmeyen bir tehlike karşısında tedirgin olmamak mümkün değil. Yaşamı tümüyle etkilemesi ve bu etkinin ne zaman biteceğinin bilinemiyor oluşu, herkes gibi benim de elimi kolumu bağladı. Özellikle ilk günlerde yaşam sevincim epeyce törpülendi. Neyse ki şanslıyız, Bodrum’un kırsal bir bölgesinde yaşadığımız için büyük çoğunluğa göre çok daha rahat konumdayız. Okuyup yazarak, bağ bahçe işleriyle uğraşarak günleri geçiriyorum. Kurallara uymaktan ve bilime sığınmaktan başka umarımız yok.