Röportaj / Sinan KESKİN

Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Timur Gücük hayatını tarıma adamış biri. Tarsuslu Yörük bir aileye mensup. Gücük, Adana'da doğup büyümüş. Kendisi, 'kısaca Çukurova çocuğuyum' diyor. Çocukluğu pamuk tarlalarında, koyun sürülerine çobanlık yaparak geçmiş. 'Tarımın ve hayvancılığın içine doğdum, bu benim alın yazım' diyen Gücük, Türkiye'de bir dönem çok önemli bir işlev üstlenen ziraat ortaokullarının son mezunlarından. Alata'da başlayan ortaokul hayatını Çivril'de tamamlayan Gücük, sırasıyla ziraat meslek lisesi ve Uludağ Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nden mezun oldu. Meslek hayatına Şanlıurfa'da başlayan Gücük, Karaali ve Çevresi Jeotermal Sahası Rezerv ve Potansiyelinin Belirlenmesi Projesi de dahil olmak üzere birçok projede görev aldı.

Türk tarım ve hayvancılık sektörünün şu an içinde bulunduğu durumun köklerinin 12 Eylül 1980 darbesine uzandığını söyleyen Ziraat Yüksek Mühendisi Dr. Timur Gücük ile Türk tarım ve hayvancılığının durumunu ve geleceğini konuştuk.

Timur Bey, Şanlıurfa'da çok önemli projelerde yer aldınız. Bunları biraz açar mısınız?

GAP bölgesinde görev aldım. Atatürk Barajı'nın yapıldığı dönem oradaydım. Yaklaşık 13 yıl kaldım. Çiftçiye doğru tarımı öğretmek için yapılması gereken çok şey vardı ama imkanlarımız kısıtlıydı. Kendi insiyatifimiz de kullanarak Bozova'da bir nevi GAP'ın minyatürünü kurduk. Bozova ilçesi, Atatürk Barajı ve Harran Tünelleri'nin olduğu ilçedir. Burada 35 dönüm alanda Karaali ve Çevresi Jeotermal Sahası Rezerv ve Potansiyelinin Belirlenmesi Projesi'ni hayata geçirdik. GAP'ı anlatmak için köy köy geziyorduk ama kelimelerle resim çizmek kolay değildi. O nedenle uygulamalı bir eğitim modeli oluşturmak istedim. Çünkü aldığım eğitimin ruhunda da bu vardı. Bu proje çok ses getirdi. Tarımla ilgili aklınıza ne geliyorsa yaparak nasıl olacağını gösterdik. Aynı dönemde Harran Üniversitesi'nde doktoramı tamamladım. Buradaki verimi görünce bu konuya odaklandık. Türkiye'de modern seracılığın gelişmesi o dönemde çok yavaştı. Tamamen yurt dışına bağımlı olduğumuz bir konuydu. Bu işin sanayisi ve yerli imalatı çok sonraları gündeme geldi. Biz o dönem Valilik ve özel sektörle Türkiye'nin ilk modern seracılık teknolojileri imalatı için fabrika kurduk. Projemiz hem Türkiye hem de dünya için bir çok yenilik içeriyordu.

Özel sektöre ne zaman ve neden geçtiniz?

Proje sonrasında hem üniversitedeki hem de devletteki görevimden ayrıldım. Çünkü o gömlek dar gelmeye başlamıştı. 2003 yılında eşimin memleketi olan İzmir'e taşındım ve kendi firmamı kurdum. Türkiye'de modern seracılık, topraksız tarım ve bununlarla ilgili teknolojiler konusunda bir çok yeniliğe imza attık. Ben zooteknistim. Dönem dönem bakanlıkta danışman olarak davet etti ve çözümler ürettik. Artık sadece seracılık değil tarımın genel problemlerine yönelik çözümler üretmeye, yurtdışına bağımlı olduğumuz konularda tasarımlar geliştirmeye odaklandık.

Ömrünü tarıma adamış biri olarak Türk tarımının içinde bulunduğu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk tarımında çok ilginç bir durum var. Bunun ana sebebi aslında çok derinlerde. Türk tarımının sorunlarının gerçek sebeplerinin farkına varılmadan, günlük pansuman tedavilerle bir yere varamayız. Bize 1970'li yıllarda ilkokul çağında, Türkiye'nin kendi kendine yeten 7 tarım ülkesinden biri olduğu öğretilmişti. Uzun yıllardır da öyleydi. Fakat 1980'den itibaren tarım hızlı bir şekilde geriledi, hayvancılık ise tamamen dibe vurdu. Kendimize yeter durumdan dışa bağımlı hale geldik. Özellikle dünya lideri olduğumuz birçok tarım ürününde dahi ithalatçı pozisyonuna düştük. Hayvancılığın artık tedavisi de bir hayli zor. Çünkü tohumu ekersiniz hasat zamanı içinden tohumu ayırırsınız. Ama hayvan yetiştirmek için damızlığa ihtiyaç var. Damızlıklarımız son derce azaldı. Çoğaltmaya çalışıyoruz ama yeterli olmuyor.

Şu an içinde bulunduğumuz sıkıntının kökleri 12 Eylül 1980 darbesine uzanıyor. 12 Eylül'de getirilen bazı uygulamalar 24 ocak kararlarıyla devlet politikası haline dönüştü. IMF stand-by anlaşmaları ile bütün dünyada aynı senaryoyu uyguluyor. Stand-by anlaşmalarıyla ülkeler tarımdan uzaklaştırılıyor, kendi kendine yetebilir durumdan çıkarılıyor. Devlet politikası olarak kırsaldaki nüfusun azaltılarak sanayiye aktarılması, sübvansiyonların kaldırılması, destekleme alımlarından vazgeçilmesi, devletin kredilendirme ve finans desteğinden çekilmesi çiftçinin tamamen yalnız kalmasına neden oldu. Çiftçinin ürünü ortada kaldı. Çiftçi borcunu ödeyemez duruma geldi. Traktörler, araziler satıldı. Amaç da buydu zaten. Çiftçiliği azaltalım, kırsal nüfusu bitirelim.

Kırsal nüfusun azaltılması nasıl devlet politikası olabilir ki?

Devleti yönetenler yurtdışına gittikleri zaman, özellikle kuzey ülkelerine, büyük bir kompleksle dönüyorlardı. Tarımla bir yere gidemeyiz, sanayileşmemiz lazım diyorlardı. Tamam da tarım sanayileşmenin önünde engel değil ki. Tarımdan vazgeçersem sanayileşirim diye bir kaide yok. Tarım büyük bir silah ve ülkenin güvenliğin. Gıda güvenliği, milli güvenlik ve enerji güvenliği Türkiye'nin en önemli güvenlik faktörleridir. Gıda güvenliğiniz yoksa herhangi bir olağanüstü durumda para ile satın alıp karnınızı doyurma şansınız olmayabilir. Halbuki dünyada tarımda ilerlemiş en büyük ülkeler Amerika, Almanya, Hollanda ve Kanada. Bunların hepsi önce tarıma önem vermişler. Bu işi çözmüşler bunun yanı sıra teknolojilerini geliştirmişler. Birbirinden bağımsız ama birbirini destekleyen iki konu. Birbirine engel değil. Hatta bizim gibi ülkelerde tarım sanayinin hammade ve istihdam kaynağıdır. Tarım gizli işsizliği de emen bir sektördür. Siz her zaman yeni giyisiler giyinmeseniz de olur ama yemeseniz olmaz.

Türk tarımının kaç yıllık ömrü var sizce?

Şu an kırsaldaki nüfus çok azaldı. Yaş ortalaması 55-58'lerde. Büyük çoğunluğu da 60 yaş ve üzeri. 60 yaş üzeri olan insanlar 10 yıl sonra kazma kürek yerine ellerine baston alacaklar. Traktör süremeyecekler. İkinci grup da onların yaşına gelmiş olacak ve ikinci 10 yılda da onlar bastona geçecekler. Bunun telafisi yok. Arkadan yeni nesil gelmiyor.

1980'den önce kişi başına düşen hayvan sayısı 1,8 idi. Şu an 0,6. Keçi nüfusumuz 1926'nın altında. Koyun nüfusumuz 1945'lerde, sığır sayımız ise 1970'ler döneminde. Ama bizim nüfusumuz sürekli artıyor.

İlk 5 yıllık periyot çok sıkıntılı, ikinci 5 yıl çok tehlikeli, tedbir alınmazsa sonraki 10 yıllık periyot felaket. Yeni nesil bu işe çok hevesli değil. Her ilçede meslek yüksekokulu. Çok düşük puanlarlar, kapasitesi yeterli olmasa dahi herkes üniversite okuyabiliyor. Herkes beyaz yakalı namzeti. Peki kim üretecek?

Siz tarım teknolojileri konusunda uzmanlaşmış bir isimsiniz. Tarımımızı teknik ve teknoloji kullanımı açısından değerlendiri misiniz?

Çiftçi yüzyıllardır bilgi, tecrübe ve teknik biriktirdi. Bu bilgiler nesilden nesile aktarıldı. Bir çiftçi 4-5 yaşında öğrenmeye başlar. Bir çiftçi hem ziraat bilir hem elektrik bilir hem makineden anlar hem inşaattan anlar hem de veterinerdir. Doğum, aşı, kalibrasyon, tamirat bilir. Bu ömre sığan bir bilgidir. Üniversitede verilen 4 yıllık eğitimde ne kadar bilgi edinilebilir. Bu bilgiler hem değerlidir hem de lokaldir. Bu bilgiler yeni nesle aktarılamadığı için maalesef kaybolup gidecek. Yeni neslin bu işe özendirilmesi çok önemli.

Devletin tarıma verdiği destekler ve teşvikler insanlara cazip gelmiyor mu?

Bakanlığın bir takım destekleri var ama maalesef bürokrasinin çarkı içinde bunların hayata geçmesi çok zor. Her şey bürokrasiye takılıyor. İşin içinden çıkılmaz maddeler, yönetmelikler... Başvursanız da çarkın içinde boğuluyorsunuz. O nedenle insanlar uzak duruyor. Siyasiler devleti yönetmek için seçimle gelmiş kişilerdir. Ama bürokrasi hiç bir dönemde onlara bunu yapma izni vermiyor. Mevzuat hazretleri yollarını tıkıyor. Yeni yönetmeliklerin yapılması o kadar zor ki. Herkes topu taca atıyor. Birgün bana hesap sorulma ihtimali olur mu kaygısıyla hareket ediyorlar. Her hangi bir yeniliğin hayata geçmesi çok çok zor. Bürokrasi çarkı sadece devletin değil, memleketin başının belası. Çünkü siz yatırım yapmak istediğiniz zaman bütün kuruluşlardan izin almak durumundasınız. İlgisiz bile olsa. Devlette şöyle bir gelenek var; bir yatırım için ilgili ilgisiz bütün bakanlıklardan görüş alınıyor. Mesela Konya'da bir yatırım yapılacak karayollarına, demir yollarına, denizcilik işletmelerine görüş soruluyor. İleride sizin buradan bir demiryolu ya da karayolu projeniz var mı deniyor. Ama denizciliğe neden soruyorsun.

Son olarak bölgemizin tarım potansiyelini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İzmir, Manisa ve Aydın Türkiye'nin bütün bölgelerinin özeti olan bir bölge. Türkiye'de nerede ne yetişiyorsa bu bölgede yetişiyor. Tarım tekniği olarak da diğer bölgelerden üstün durumda. Tarım potansiyeli olağanüstü. İklim, toprak muhteşem. Ama potansiyel yeterince değerlendirilmiyor. Çok önemli jeotermal kaynaklarımız, çok kıymetli sahalarımız var ama atıl durumda. Bunda bürokrasinin tesiri çok büyük. İşler yürümüyor. Bir yerde bir tıkanıklık var. Gizli bir el engelliyor sanki. Sanki birileri 'kaynaklarına dokunma, bize lazım' diyor. Bunun adına bürokrasi hazretleri demişler. Uluslararası düzeyde gayet güzel, romantik şeylere imza atarken onun tesiriyle o kadar değerli bölgelerde, hiç kimseye zararı olmayacak yerlerde yasaklarla karşılaşıyorsunuz. Yatırım yasak, üretim yasak, arılara uçmak bile yasak.

Gelecekte kız istediğiniz zaman çiftliğin var mı, kırsalda arazin var mı diye soracaklar. Çünkü geleceğin en değerli mesleklerinden olacak. Herkes geleceğin süper teknolojik işlerini konuşuyor ama insanlar ne yiyecek. Birilerinin insanlığı beslemesi gerekiyor. Bütün ülkeler bunun tedbiri almaya çalışıyor. Yeni nesli özendirmeye çalışıyorlar. Bütün dünyada çiftçi nesli yaşlandı.

Yeni neslin bunun cazip bir meslek, cazip ve çok kazançlı bir üretim dalı olduğunu kavraması lazım. Teknikle teknolojiyi birleştirerek, doğru ekipmanla, doğru teknolojilerle prosesleri biraz yumuştarak beden gücünü azaltan ve keyifle üretim yapılabilecek tekniklere odaklanmalıyız.