RÖPORTAJ / Sinan KESKİN

Mehmet Can Özer geleneksel müzik unsurlarını elektroakustik müzikle birleştiren çok yönlü bir besteci. Uzun yıllar Avrupa'da yaşayan ve 2014 yılından bu yana Yaşar Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi Müzik Tasarımı bölümünde görev yapan Özer, Batı ve Doğu müziği kaynaklarını kendi müzik dilinde birleştiriyor. Türkiye’de yayınlanan ilk elektroakustik müzik albümü “Siyah Kalem Dansı” dahil, uluslararası olarak altı solo albüm yayınladı. Ayrıca “Deneysel Türk Müziği Antolojisi” gibi derleme albümlerde de yer aldı. Dünya çapında köklü uluslararası festivallerde konserler verdi ve ustalık sınıfları düzenledi. Çalgılar için eserleri Sigulda (Letonya), MaerzMusik (Almanya), Moritzburg (Almanya), Goslar-Harz (Almanya), Hambacher Musikfest (Almanya) ve Kiev Yeni Müzik Günleri (Ukrayna)’nde seslendirildi. Eserlerinin çoğu prestijli kurumlar, sanatçılar ve uluslararası yarışmalar tarafından sipariş edildi. Özer, Halıcı-Midi Beste Yarışması (1998), Bourges Uluslararası Elektroakustik Müzik Yarışması (2003 ve 2007), Goethe Enstitüsü Sanatçı Ödülü (2006) ve SWR Experimental Studio (2008) ödüllerine layık görüldü.

2007 yılından beri konserlerinde kişisel olarak geliştirdiği “Aşure" adlı programı kullanan Özer, sanatsal faaliyetlerinin yanı sıra, yapımlarını klasik ve caz müzik ekseninde yürüten aktif bir ses mühendisi aynı zamanda. Halen Yaşar Üniversitesi'nde Profesör olarak görev yapan Mehmet Can Özer ile sanat yolculuğunu, elektroakustik müziği ve Aşure'yi konuştuk.

Uluslararası düzeyde bilinirliliğiniz yüksek olmasına karşın Türkiye’de henüz fazla yaygın olmayan bir tür müzik yapıyorsunuz. Bu müzik türüne nasıl merak saldınız?

Ben Ankaralıyım, Ankara'da büyüdüm. Galiba Ankara bu işlerde çok başat bir rol oynuyor. Ankara güzel bir şehir değil. Aslında şehircilik olarak iyi ama bir gence yapacak fazla bir şey sunmuyor. Siz de oturup çalışıyorsunuz. Bir şeyler üretmek için çok ciddi anlamda vaktiniz oluyor. İzmir'de büyümüş olsaydım bu noktada olur muydum? Çok emin değilim. Coğrafya insanı şekillendiriyor. 10 yıl yurtdışında yaşadım ve oradaki disiplinle çalışmaya alıştım. Buraya geldikten sonra şunu fark ettim; burada çalışmak opsiyonelmiş. Tarihi alanları gezerken şunu gördüm; burada agora kültürü var. Benim alıştığım, kötü havanın şartlandırdığı, yaratıcılığa sürükleyen durum burada yok. Yanlış anlaşılmasın, burası üretim açısından zayıf demiyor. Burada farklı bir perspektif var. Beni var eden perspektif Ankara oldu demek istiyorum. Çünkü dikkatinizi dağıtacak çok fazla şey yok. Sanırım başlangıcımı Ankara'ya borçluyum. Ama bir disiplin edindikten sonra nerede yaşadığınızın bir önemi yok.

Elektroakustik müzik nedir? Siz yaptığınız müziği nasıl tanımlıyorsunuz?

Bugünün perspektifinden baktığımızda elektroakustik müzik; müzik üretebilmek, dünyayı sesle ifade edebilmek için bilgisayarı da bir çalgı olarak kullanmak olarak tanımlanabilir. Bilgisayar ile var olmayan sesleri yaratıp ya da var olan sesleri başkalaştırıp onların kendi doğasından müziği aramak diyebiliriz. Ama bu popüler kültürdeki elektronik müzikle karışmasın. Çünkü o tamamen dans perspektifi üzerinden gelişen bir şey. Bahsettiğim şey çağdaş çok sesli müziğin ya da klasik müziğin doğal evrimi noktasında geldiği yerdir. Modernizm sonrasında bütün sanatlarda yaşanan kırılma müzikte de bir şekilde görülüyor. Sessel malzeme çok değişiyor. 20. yüzyıl itibariyle müzikal malzeme çok farklı hallere geldi. Müziğin tanımı değişiyor, hayatın tanımı değiştiği gibi. Daha önce müzik için idealize edilmiş dalga sesleri, notalar kullanılıyorken aslında idealize edilmemiş seslerin de eğer estetik bir kaygı taşıyarak kullanılabiliyorsa müzik olarak kabul edilebileceği bir noktaya geldik. Hem geçmişte hem de bugüne bakacak olursak, besteci elindeki çalgıların doğasındaki müziği arıyor. Ama kullandığı enstrümanın sınırları var. Elektroakustik müzikte şöyle bir şey var; sizin çalgılarınız artık hoparlörler oluyor. Bunu metafor olarak kullanmıyorum. Gerçekten çalgı ses çıkaran şeyse, hoparlörler de bizim çalgımız oluyor. Oradan çıkacak olan akustik ortamı tanımlayarak bir şeyler yapıyoruz. Elektroakustik müzik hem teknolojinin hem de sanatın bir şekilde bir araya gelerek oluşturduğu bir durum. Diğer müzik dalları gibi.

Elektroakustik müzik Türkiye’de yeterince tanınıyor mu?

Bizim en büyük sıkıntımız bilinirliğimizin, görünürlüğümüzün artacağı bir mecra olmaması. İstanbul’da küçük bir klik var onların kendi ahbapları arkadaşları basının her kanalında görünebilirken İzmir ve Ankara'da ne yaparsanız yapın bir yerlere ulaşmıyor. Benim evimde 15 yıldır televizyon yok ama televizyonların eğilimlerini biliyoruz. Öte yandan bizim yaptığımız müziği hakkıyla eleştirebilecek yetkinlikte insan yok Türkiye'de. Müzikoloji gibi okullar da var fakat bugüne kadar birinin çıkıp da yaptığımız müziği olumlu ya da olumsuz eleştirdiğini görmedim.

Elektroakustik müziği eleştiren bir kesim de var.

Muhakkak. Her şeyde olduğu gibi. Tabi her şeyden önce eleştirilerin nedeni ne? Bu müzik değil diye bir şey var. Bu çok komik geliyor bana. Bunu birincisi kim söylüyor, ikincisi neye dayanarak söylüyor. Alışmadığımız şeylere tükaka demek bizim geleneğimizde var. Siyasette bunun en güzel göstergesi. Elektroakustik müziğin neyi eleştirilebilir bilmiyorum. Yeni bir müzik türünü eleştirmek caz müzik değildir demek gibi bir şey. Ama her şeyde olduğu gibi bu türün de iyisi ve kötüsü var.

Eleştirilerin önemli bir bölümü bu müzik türünün fazlasıyla yapay olduğu yönünde.

Bir kere şöyle bir kafa karışıklığı yaşanıyor; bu durum bizim hayatımızın her alanında var. Bizim kuşağımız ve bizden geriye yüz yıldır nerdeyse kimse doğal ses duymuyor. Siz, bir akustik müzik konserine gidip dinlemiyorsanız eğer, dinlediğiniz müzik hiçbir zaman doğal değil. Radyodan, MP3 çalardan, telefondan vs. dinliyorsunuz. Dinlediğiniz müzik seslerin yeniden sentezlenmiş hali. Siz orada aslında (doğal) mış gibi yapıyorsunuz. Bu tiyatro iyidir deyip sinema sanatını reddedelim demek gibi bir şey. İyi de sinemayı nasıl reddedeceğiz. 1870'lerden beri gelişen bir durum var. Çok teknik yönetmenler var. Sadece Tarkovski yok.

Biraz da Aşure’yi konuşalım. Nedir Aşure?

Aşurenin tek bir tarifi yok. Her bölgeye göre her kişiye göre içindeki malzemeler farklılık gösterebilir. Ama nihayetinde ortaya çıkan şey aşuredir. Aşure benim 2006'da çalışmaya başladığım bir yazılımdı. Bence iki insan arasındaki en etkileşimli şey muhabbet. Bunu sahnede nasıl modelleyebilirim diye düşünmeye başladım. Aşure, mikrofonla aldığımız herhangi bir sesi başkalaştırıp sesi yaratan kişiye geri sunup farklı katmanlarda müzikal fikirler yaratmaya çalışan bir yazılım. İlk hali 2007'de çıktı ve konserler vermeye başladım. O günden bugüne farklı versiyonlarını geliştiriyorum. 2-3 defa baştan geliştirdim. 2017 yılında Aşure'nin 10. yıl konserini verdim.

Siz uzun yıllar yurtdışında yaşadınız. Yeniden Türkiye’de olmak nasıl bir his?

İzmir'e taşındıktan sonra çok daha keyifli bir hayatım oldu. Hayatımın en güzel yıllarını burada yaşıyorum diyebilirim. O çalışma disiplinini edindiğim için burada da çalışmalarıma devam edebiliyorum. Hatta bir şeyler üretip yorulduğumda çıkıp 20 dakikada Urla'ya gidip kendimi sıfırlayabiliyorum. Bizim için Urla tatil yöresiydi eskiden.

İzmir’in seslerinden oluşan bir albüm çalışması yaptınız. Bu albümün çıkış noktası neydi?

İzmir’in ses haritasını çıkarmak için yaklaşık bir yıl boyunca kentin farklı noktalarında ses kayıtları yaptım. Bu kayıtları yaparken İzmir’deki sosyal katmanların geçirgenliği benim çok hoşuma gitmişti. Ondan sonra İzmir benim gözüne bir mozaik gibi geldi. Sonra o yüzlerce saatlik ses kayıtlarından sessel bir mozaik nasıl yaratabilirim dedim. Bunu için bir yazılım geliştirdim. Ve benim için İzmir’in 12 farklı ruh halini yansıtan 12 parçalık küçük bir süit çıktı. Son albümüm İzmir Mozaik geçen yıl Ekim ayında yayınlandı.

Öğrencilerinizle aranız nasıl? Yetenekliler mi?

Kompozisyon bölümünde çok yetenekli öğrencilerimiz var. Biz birebir eğitim veriyoruz. Tam bir usta çırak ilişkisi. Öğrencilerim beni buraya bağlıyorlar, çok başarılılar. Çok hevesliler çok hızlı öğreniyorlar. Bu zamanın gençleri değil gibiler. Çünkü bu kuşakta böyle bir heves ve sebat yok.

Her şey çalışmak değil

Dünya üzerinde çok kısıtlı bir zamanımız var, bunu biliyorum. Benim için yediğim domatesin tadı, gördüğüm güneş çok önemli, birçok şeyden daha önemli. Yurtdışında da çalışıyordum ama benim için her şey çalışmak değil.

Hamburg’ta ders verecek

Hamburg’tan davet aldım. Bir yıl orada ders vereceğim. Hobisini işe dönüştürebilmiş çok şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum. Çoğu insan bunu yapamıyor. O nedenle kariyer demek istemiyorum. Ama teknik olarak kariyer dememiz gerekiyorsa bu benim kariyerim için çok önemli bir iş olacak.