Röportaj/ Yasemin Ayan Sayar

Bu yılın en güzel filmlerinden biri, Kıvanç Sezer’in yönetmenliğini yaptığı “-'Küçük Şeyler', bu hafta gösterime girdi. İlk gösterimini Çek Cumhuriyeti’nde, Karlovy Vary Film Festivali’nde yapan film, Türkiye’de katıldığı üç festivalden ödüllerle döndü: Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Senaryo (Kıvanç Sezer), En İyi Erkek Oyuncu (Alican Yücesoy), Umut Veren Kadın Oyuncu (Başak Özcan); Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu, Cahide Sonku Ödülü (filmin kurgucusu Selda Taşkan) ve Malatya Film Festivali’nde En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, Yön-Bir (Yönetmenler Birliği), SİYAD (Sinema Yazarları) Ödüllerini kazanan filmin yönetmeni ve iki başrol oyuncusu ile konuştuk.

Mühendislik eğitimi aldıktan sonra sinemaya geçmeye nasıl karar verdiniz?

İzmir'de mühendislik okuduğum yıllarda ‘Gezici Festival’i takip etmeye, kısa filmlerle ilgilenmeye başlamıştım. Ama, bunu bir meslek olarak yapabileceğimi düşünmüyordum. Mezun olduktan sonra, bir şekilde sinema hayatımda daha çok yer kaplamaya başladı. Bir bursla yurtdışına gittim, orada kurgu eğitimi aldım. Belki kurgucu olabilirim diye düşünüyordum. İstanbul'a gelince sektöre bu şekilde girdim. Daha sonra senaryo kurslarına katıldım. Sektörde çalışırken, “Hera’nın Oyunu” adlı bir kısa film yaptım, profesyonel bir ekiple. Görüntü yönetmeni Andreas Sinanos ile çalıştım. Baktım ki, ben bu işin altından kalkabiliyorum, o zaman uzun metrajında altından kalkabilirim dedim ve bir senaryo üzerinde çalışmaya başladım. Üç yıl boyunca çalıştım ve “Babamın Kanatları” geldi.

İşçiden beyaz yakaya

İkinci filminizde beyaz yakalıları anlatıyorsunuz. “Babamın Kanatları”nda ise gündeminizde işçi sınıfı vardı. Bu iki farklı sınıfı anlatırken gözlemlerinize mi dayandınız?

İyi mi gözlemledim bilmiyorum, ona seyirci karar verecek, ama benim baktığım yerden mavi yaka, beyaz yaka ayrımı gittikçe anlamını kaybediyor. Hepsi aslında ücretli çalışanlar. Mimarlar, avukatlar mezun oldukları zaman stajyer olarak bir fabrika işçisinin aldığı maaşla çalışıyorlar. Şimdi onlar beyaz yakalı mı? Türkiye’deki koşullar zorlaştıkça bunlar birbirine yaklaşıyor. “Babamın Kanatları”ndaki inşaat işçilerinin işleriyle ve yaşamla kurduğu ilişkiyi bu perspektiften anlamaya, anlamlandırmaya çalıştım. Onlarla arkadaşlıklar kurdum, hikayelerini dinledim. İkinci filme hazırlanırken, o işçilerle günümüzün plaza çalışanları arasında bir bağ olabileceğini düşündüm. İki filmde de, ‘iş’ dediğimiz şeyin hayatımız üzerindeki etkisini anlattım. Bunlar, çevremizde gördüğümüz insanlar. Ben de kendimi orta sınıfın içinde görüyorum. O yüzden, bu filmde kendime de laf sokma şansım oldu, müstehzi bir tonda... Bunu ince bir mizahla anlatmak istedim. Hazırlık sürecinde, Tanıl Bora’nın içinde olduğu bir ekibin yazdığı “Boşuna mı okuduk?” adlı kitap bana ilham verdi. “Babamın Kanatları”nda da, İletişim Yayınları’nın“Yoksulluk Halleri” kitabından yararlanmıştım.

“Babamın Kanatları”nda bir inşaat işçisinin iş kazası sonucu ölümü anlatılıyordu. “Küçük Şeyler”de eve gelen temizlikçi kadının kocasının bir inşaattan düşerek yaralandığını öğreniyoruz. İlk filme bir gönderme olarak düşünülebilir mi? “Küçük Şeyler”in bir üçlemenin ikinci filmi olduğunu söylüyorsunuz. Üçüncü filmde de diğer iki filme gönderme olacak mı?

Tabii ki…Bir trioloji olacak. Üçüncü film, bir müteahhitin hikayesi. Müteahhit helikopteri ile siteye baskın yaparsa diye konuşuyorlar filmde. O müteahhitin hikayesi, şu anda üzerinde çalıştığım... Ve tabiki, üçlemenin son filmi olduğu için, ilk iki filmden unsurlar içerecektir diye düşünüyorum. Şu sıralar senaryo aşamasındayım.

İlk filmde toplumcu gerçekçi bir anlatım vardı, ikinci filmde, fantastik unsurlar ve mizah var. Üçüncü film de başka bir türde mi olacak?

Tüm türlere şu an açığım zihnen. Belki polisiye olabilir. İki filmde de olmayan başka bir şey, başka bir unsur, yani en uca çekerek söyleyeyim, korku filmi bile olabilir… Niye olmasın? Şu an tek yapmak istediğim şey, hikayeyi iyi kurabilmek. Kurduktan sonra, hikaye zaten bana istediği janrı söyleyecektir diye düşünüyorum.

Oyuncu seçiminde nelere dikkat ettiniz?

Oyuncuların iyi olmasına dikkat ettim en temelde. Alican’la filme başlamadan çok kısa süre önce tanıştık ve bir okuma yaptık. Bu kadar iyi bir oyuncu olduğunu bilmiyordum. Tiyatroda da izleyince gördüm ki, gerçekten çok yetenekli bir oyuncu. Başak’la zaten biliyoruz birbirimizi. Filmde ondan ilham aldığım söylenebilir. İki oyuncu arasında iyi bir kimya da oluştu. Bu bir ilişki filmi olduğu için, öyle bir kimyaya ihtiyaç vardı. Diğer oyuncularla da çok güzel bir çalışma oldu.

Evde ve sette beraberler

Başak'ın eşin olduğunu söylüyor musun?

Sorarlarsa söylüyorum tabii, ama özellikle eşim olduğu için değil de, bu karakteri teslim edebileceğim, en iyi yorumlayabilecek bir oyuncu olduğunu düşündüğüm için Başak’la çalıştım. O karakteri çok iyi tanıyan ve çevresini çok iyi gözlemleyen bir oyuncu. Tiyatro deneyimi de var.

Başak Özcan’a dönüyorum ve bu İlk filmi öncesini, tiyatro hayatını soruyorum...

Tiyatroya Manisa’da başladım. Üç yıl kadar Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk yaptım. Sonra İstanbul’a taşındım ve Şahika Tekand Stüdyosu’nda oyunculuk eğitimi aldım. Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi’nde atölyelere katıldım. Daha sonra bir kaç kısa film ve şimdi de bir uzun metraj...

Role hazırlanmak için nasıl bir çalışma yaptınız?

Kıvanç’la çok konuştuk karakter hakkında, film hakkında. Çevremde Bahar’a benzeyen, ben de dahil olmak üzere, pek çok insan var. Gözlemlemeye çalıştım, o karaktere girmeye çalıştım; ne hisseder, ne yapar, ne düşünür… Hayatla kurduğu ilişkiyi, evliliği ile, çocukla kurduğu ilişkiyi sorguladım. Bir kadın okuması da yapmaya çalıştık aslında. İlk başta hayatını ‘standart’ şeyler üstünden kuran, işte bir evim olsun, evleneyim, bir çocuğum olsun diye düşünen, dört başı mağmur bir hayat hayali olan ve bunu gerçekleştiren bir kadın Bahar; ama dengeler değiştiğinde, Onur işini kaybettiğinde, Onur’la birlikte onunda altından zemin çekiliyor. Bence, kendi içindeki o kocaman boşluğa da bakıyor, Bahar. ‘Ben ne hissettim, neyi hayal ettim, neyin içindeyim’i de sorguluyor. İlişkisini sorgulamadan önce, bence kendini sorguluyor ve oradaki o yokluk karşısında, ben ne yapıyorum, gerçekten ne istiyorum diye düşünüyor. Onur işini kaybetmeseydi, bu hayat böyle devam eder miydi Bahar için? Bence daha uzun süre devam ederdi. Belki başka bir kırılma noktası olacaktır hayatlarında, ama o kadar hızlı olmayabilir. İçindeki boşluğu fark ettiği an, Bahar’ın dönüşmeye başladığı yerdi; hem ilişkilerini dönüştürme cesareti bulduğu bir yer, hem de kendisinde o cesareti bulduğu yer... Bahar, ayakları yere sağlam basan bir karakter, Onur’a nazaran. Çok boyutlu bir karakter bence ve hayatındaki‘küçük şeyler’in kıymetini bilen bir insan,içinden geldiği sınıf nedeniyle. Kapitalist düzenin bir unsuru olan Onur’dan farklı bir yerde. Bahar öğretmen, alt orta sınıfa mensup, emek üreten bir ortama ait. Eşi dolayısıyla orta sınıfa adım atmış ve onun konforunu yaşamaya çalışıyor. Ama, çocuklarla çalışması dönüşümünde etkili oluyor…

Finalde bir uzlaşma arayışı var gibi, ama bir belirsizlikle bitiyor film. Onur’la yeniden bir araya gelebilecekler mi sizce?

Gerçekten bunu bilmiyorum. Filmi her izleyişimde böyle bir düğüm oluşuyor içimde. Nasıl iki kişi birbirinin bu kadar üstüne basabilir, nasıl canını acıtabilir? Sonuçta, Onur da bir insan; güzel bir aldırmazlık içinde olsa da, çok insani bir şey yaşadığı… Döner mi bilmiyorum…Sanki zihnimde ona o zamanı vermişim gibi…

Festivallerin en iyisi

Sırada, dört festivalden En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle dönen Alican Yücesoy var. Ondan da rolünü yorumlamasını istiyorum.

Onur karakteri zor bir rol, çünkü alışılagelmiş bir koca figürü değil. Film, yabancı festivallerde “La Belle Indifference” adıyla oynadı. O vurdumduymaz hal, dünya yıkılsa bi sorun yok, gayet iyiyim durumu; yani pisikolojik olarak kendini korumaya alma hali… İşinden atıldın, evde işler kötü gidiyor, farkında mısın… Yoo, sorun yok, her şey toparlanacak, iyi olacak, ben zaten her şeyi hallediyorum… Buna inanma ve aslında karşı tarafı bununla manipüle etme hali... Bence omurgayı bu hal oluşturuyor, bu rolün çıkma serüveninde. Ondan sonraki aşamada, Kıvanç’la yaptığımız çalışma, doğaçlama ve sözsüz oyunlaradayalıydı. Benim tiyatroda dahil olmak üzere, bugüne kadar yaptığım en iyi çalışmalardan biriydi,bir yönetmenle yaşadığım en iyi yolculuklardan biriydi bu. Aslında, baba sahibi, dede sahibi, amca sahibi biri olarak hayatın sunduğu çok fazla malzemeden yararlanıyorsun…

Tanıdık bir kahraman gibi mi?

Evet öyle; bence bu ülkedeki erkek sorununun en iyimser halidir bu. Sadece şiddete meyli yok, ama psikolojik şiddete dönebilecek bir hali var. Kadın bırakıp gitmese, belki iş oraya varacak.

Tiyatro, sinema ve dizi… Üçünde de varsınız. İlk tercihiniz hangisi olur?

Bilmiyorum…Tiyatro tabii ki başlangıç. Tiyatrosuz bir hayatım olmadı yıllardır. Ama sinemasız ve dizisiz yaşadığım zamanlar oldu. Sinemayı çok seviyorum, tiyatroyu da çok seviyorum. Dizi, bir sürü sebepten birazcık daha üvey evlat muamelesi görebilir, ama genel olarak oyunculuk diye bakıyorum ve hepsi çok kıymetli… Politik bir cevap gibi durabilir ama gerçekten öyle.

Eskiden, sinema, televizyon, tiyatroda oyunculuklar farklıdır diye bir söylem vardı. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Ben inanmıyorum. Bence oyunculuk diye bir şey var. Bu bir algı mesleği aslında. Dünyayı algılamakla, insanı algılamakla ilgili. İşte o çok küçük detay şeyleri tecrübe etmekle, ya da etmeden onu tecrübe etmiş kolaylığıyla ifade etmekle ilgili bir meslek…

Sinemacılarımızın metaforik, alegorik anlatımlara yönelmesinde yaşadığımız günlerin etkisi var mı sizce?

Kesinlikle…Sonuçta herkes kendini ifade etmek için bir yol arıyor ve bugünün Türkiye'sinde yollar çok çetin. Neredeyse ressama sarı renkler bundan sonra kullanılmayacak denecek… Resim yapmanıza bir itirazımız yok; sarı rengi kullanmadığınız sürece resim yapabilirsiniz… Haliyle, insanlar sarıyı ifade etmenin yollarını arıyorlar. Sinemacılar da böyle, edebiyatçılar da böyle, heykeltraşlar da... Hepimiz bir ifade şekli arıyoruz. Sanat bundan besleniyor bir şekilde; avantaja dönüştürüyor. Ama, bir yandan da, söz söyleme hakkımızın elimizden alınmamasını istiyoruz.

Peki, bu triolojinin üçüncü bölümünde aynı kahramanlar olacak mı; bu konuda bir ipucu var mı?

Vallahi, benim Kıvanç’a bir baskım var bununla ilgili. Arkadan geçen adam olsam da, olmak istiyorum dedim. Sanıyorum, onun da aklında öyle bir bir şey var; bu filme bağlantısı olan bir şey istiyor.

Müteahhitin hikayesi daha politik; daha güncel bir hikaye olacak gibi… Ne dersiniz?

 Evet, evet… gittikçe vanayı açıyor gibi geliyor bana.