Röportaj/ Baha OKAR (Seferi Keçi)

Ayfer Güleç keçe sanatçısı. 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Bölümü Endüstriyel Tasarım Bölümü mezunu. Plastik sanatlar öğretmenliği ve atölye yöneticiliği yapmış. Aynı zamanda şimdiye dek yirmiden fazla sergi düzenlemiş bir ressam. Bundan 28 yıl önce keçeyle tanışmış, o gün bugün keçenin ressamı, sanatçısı olmuş. Şimdi Seferihisar’ın Doğanbey Köyü’ndeki Kadın Emeği Evinde tül gibi ince, ipek gibi zarif keçe üretip özgün tasarımlar yapıyor ve Sığacık Marina’daki daimi sergisinde beğeniye sunuyor.

Kendisine keçeyle olan öyküsünü ve keçenin ona, onun keçeye kattıklarını konuştuk.

Keçeyle nasıl tanıştığınızı öğrenebilir miyiz önce?

Benim ustam Balıkesir Savaştepeli Muharrem Şengül. Kendisi kepenek ve yer yaygısı yapan bir geleneksel keçe ustası. Aynı zamanda akrabam olur. Bir bayram dönüşü ilk defa atölyesini gördüm ve büyülendim, yünün dövüle dövüle keçeye dönüşmesi beni çok etkiledi. Sohbet ettik ve öğrendim ki yılda en fazla 5-6 tane kepenek siparişi geliyor. O da nasıl, yün karşılığı… Yani kilo ile yün veriyorsunuz, bir kepenek size yapıyor, bir kepeneklik yün de ustaya kalıyor. Onu satacaksınız, geçim sağlayacaksınız, mesleği sürdüreceksiniz… Mümkün değil. Ustama “Bu işi başka bir mecraya taşıyalım” dedim ve birlikte çalışmaya başladık. 11 sene yanına gittim, çıraklığını yaptım. Son çırağı da ben oldum zaten.

Sizi büyüleyen şey ne oldu keçede?

Öncelikle geleneksel kültürümüzdeki yeri. Biz göçer Anadolu Türkleriyiz. Göçer dediğimiz insanlar, haydi deyince çoluğunu çocuğunu, köpeğini, sürüsünü toplayıp yaylaya gidiyorlar ve kırptıkları yünlerle kendilerine bir yaşam alanı oluşturuyorlar. Koyunun yününü, keçinin kılını hasırın içine yayıyorlar, sabunlu sularla ıslatıyorlar, bütün topluluk hep birlikte imece usulü kalp ritmiyle dövüyorlar. Açtıklarında o yünler kumaş haline gelmiş oluyor. Büyü bu işte.

Sonra bu kumaştan çadır yapıyorsun, yer yaygısı yapıyorsun. Aklına gelen her şeyi, bebeğin beşiğini, çocuğun patiğini, çobanın kepeneğini, koyunların su içeceği yalağı bu üründen yapabiliyorsun. Minimalist bir yaşam aslında. Yaşamın tüm asgari gerekleri için keçeyi kullanabiliyorsun. Üstelik hiçbir teknoloji gerektirmeden, hiçbir atık bırakmadan. Bir o kadar da ekolojik yani.

Sizin elinizden çıkanlar geleneksel keçeden epeyce farklı. Keçeye yeni bir şey katmak ya da onu modernleştirmek mi diyelim, nasıl doğdu ve gelişti?

Ben tasarım mezunuyum. Bir yandan ustamdan geleneksel keçe yapımını öğrenirken bir yandan da işlevselliği ve estetik duruşu üzerine kafa yordum, modernize ederek nerelerde kullanılabilir, hedef kitlesi ne olur diye düşündüm. 27-28 yıldır keçe yapıyorum, bunun büyük bir bölümü ürün geliştirmekle ve sergiler açmakla geçti. Farklı tekniklerle şal, ceket, çanta, giysi, başlık, takı gibi onlarca çeşit ürün denedim. Değişik illerde yaptığım sergilerde aldığım geri dönüşlerle ürün geliştirmeye devam ettim. Anadolu’daki diğer keçe atölyelerini gezdim. Hem ustaların tekniğini öğrendim hem bu sanatı sürdürebilmenin güçlüklerine tanıklık ettim.

Geleneksel keçe dediğimiz kaba bir kumaş. Ama bunu kaşmire yakın, yani mikronu en düşük yün ile çalışırsanız, ortaya ipek inceliğinde bir ürün çıkıyor. Bundan sonrası ise tasarım. Yani yapım tekniği aynı, sizin üstüne kattığınız şey ise zarafet.

Sonuçta şu an yaptığım, gene geleneksel yöntemlerle yapılan keçe. Bu kadim bir kültür ve yapmaya çalıştığım şey bunu geleceğe taşımak. Bir şeyi geleceğe taşımak istiyorsanız, özünü ve geleneksel yöntemini koruyarak ona yeni bir nitelik kazandırmanız gerekiyor. Ben bunu yapmaya çalıştım, hâlâ da çalışıyorum. Ne mutlu bir şeyler başarabilmişim ki somut olmayan kültürel miras taşıyıcısı unvanıyla onurlandırıldım.

Bu ne demek oluyor?

Somut olmayan kültürel miras taşıyıcısı, atadan aldığı eli geleceğe taşıyan demek. Yani ustasından el alarak bir sanatı sürdüren ve gelecek ustalara el veren... Kültür Bakanlığı’nın üniversitelerden hocalar ve alanındaki uzmanlardan oluşturduğu komisyonlar, ustasından öğrendiği sanatı sürdürerek kültür ürünleri üreten ve bu sanatı yeni kuşaklara öğreten arkadaşlarımızı tespit ediyorlar. Bunlardan bir tanesi de benim. Muharrem ustamdan öğrendiğim sanatı, Doğanbey Kadın Emeği Evi’nde birlikte çalıştığımız köyden kadınlara, yanımda yetişen öğrencilere aktarıyorum. Aynı zamanda UNESCO Yaşayan İnsan Hazinesi listesi adayıyım, bu da çok heyecan verici benim için.

Şimdi Seferihisar’da, Doğanbey Kadın Emeği Evi’ndeki atölyenizde üretiyorsunuz. Bunun hikâyesi nasıl?

Keçeye daha fazla vakit ayırabileceğim sakin bir yaşam için Seferihisar’a yerleşmiştim. Biliyorsunuz, Seferihisar bir “Cittaslow”, yani yavaş şehir. Bunun en önemli gereklerinden biri, küreselleşmenin tekleştirmesine karşı geleneksel ve yerel kültür öğelerini korumak, bunları gün ışığına çıkarmak, tekrar işlev kazandırmak ve geleceğe taşımak. Bunun için o dönemki Belediye Başkanı Tunç Bey ve yerel yönetim tarafından farklı projeler geliştiriliyordu. Bunlardan bir tanesi de Homeros’un İlyada destanında geçecek kadar eski bir kültür olan keçeyi Seferihisar’da yeniden canlandırmak oldu.

Hıdırlık Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Başkanı Neptün Soyer beni internetten görmüş. İletişime geçti ve Kent Konseyi’nde bir sunum yapmamı rica etti. Seferi Pazar’ın ve Sığacık’taki üretici pazarının yeni kurulduğu zamanlardı. Buralarda birlikte çalıştık. Sonrasında Doğanbey’deki Kadın Emeği Evi keçe atölyesi olarak tahsis edildi. Köydeki kadınlarla burada keçe üretmeye başladık. Şimdi Doğanbey için “keçeköy” diyebiliriz rahatlıkla. Atölyemiz bütün Türkiye’den hatta yurtdışından gelen kültür sanat dostlarının ziyaret ettiği, workshop yapmak, deneyimlemek istedikleri bir mekan oldu.

Biraz da sorunlara gelelim mi? Sizin gibi kültür ürünleri yapan ustalar nasıl sıkıntılar yaşıyorlar? Otomatikleşmiş bir seri üretime dayanan bir sistemde bu ustaların ayakta kalması, zanaatını sürdürmesi kolay olmasa gerek?

Ben aynı zamanda Anadolu El Sanatları Yaşatma ve Geliştirme Derneği’nin yönetim kurulu üyesiyim. Bünyemizde benim gibi 120 tane bakanlık sanatkârı var. Hepsi de kıyıda köşede kalmış atölyelerde, dükkânlarda üretim yaparak ekonomik düzeylerini korumaya çalışıyorlar. Ben şanslılardan biriyim aslına bakarsanız. Yerel yönetimin de desteği sayesinde bir atölyem var, burada hem üretimi sürdürebiliyorum hem köylülere ekonomik kazanç sağlayarak onları yetiştirecek bir ortam yaratabiliyorum.

Bizim gibi sanatkârların en büyük sıkıntısı çırak. Yani gelecek nesle aktaracak olan gençlere ulaşabilmek. Gençler kolay para kazanılacak güvenceli işlere yöneldikleri için kimse çırak olmak istemiyor. Oysa dünyada en aranılan meslekler el becerileri olan meslekler. İkinci sıkıntımız ise görünür olmak. Tüketicisi olmayan bir ürünü üretmenizin anlamı yok. Artık talep edilmeyen bir ürün üretiyorsunuz ve onu görünür kılmaya, talep edilebilir hale getirmeye çalışıyorsunuz. Bu sizi bir üretici olmanın ötesinde, ürünün tanıtımcısı, reklamcısı, satış pazarlamacısı, lojistikçisi olmak zorunda bırakıyor. Tek kişilik ordu gibi çalışıyor bütün ustalarımız. İşin başı da sonu da bizde.

Bunların aşılması için işbirliği gerekiyor. Hem örneğin kooperatifler, dernekler gibi ustalar ve zanaatlar arasında. Hem de daha önemlisi, devletle ve yerel yönetimlerle ustalar arasında. Burada yerel yönetimlerin yaklaşımı, kentlerle ustaların işbirliği özellikle önemli bence. Ustalar yok olacak bir şeyi var etmeye çalışıyor. Öte yanda kentler de kimliklerini korumaya, geliştirmeye, marka olmaya çalışıyor. Bunun için geleneksel sanatların taşıyıcısı olan ustalara sahip çıkmaları, onları kentin görünür yüzü olarak sunmaları lazım bence. Böyle bu destek olmazsa bu meslekler son kuşak ustalarla birlikte ölür gider. Çünkü yaptıkları işin ekonomide yeri yok, hayatta yeri yok. Bir tahta kaşık ustası, bir hasır örme ustası ne kadar kazanır? Onları yaşatmak istiyorsak, güvence altına almak zorundayız diye düşünüyorum.

Keçe geleneksel kültürde bu kadar özel bir yere sahip olmasını hangi özelliklerine borçlu?

Hızlıca özetleyeyim. En önemli özelliği yalıtım. Keçe en iyi tekstil termostur. Sıcağı sıcak, soğuğu soğuk tutar. Buzu sarsanız erimez, çaydanlığı sarsanız sıcak kalır. İyi bir izolasyon malzemesidir, ateşe dayanaklıdır. 400 dereceye kadar alev almaz. Keçe kepenekle yangına girip insan kurtaranların hikayeleri anlatılır. Kılsı dokusu nedeniyle akrep, çıyan gibi zararlılar üzerinde yürüyemez. Bütün bu özellikleri sayesinde Yörüklerin hayatında vazgeçilmez bir yer kazanmış keçe. Aynı şekilde Osmanlı için önemli bir savaş materyali olmuş. Seferler sırasında çadırlar, hamamlar, atların ayakları ses çıkarmasın diye yapılan kılıflar hep keçeden. Askerlerin sırta kadar uzanan, serpuş denilen başlıklarının malzemesi de keçe. Böylelikle arkadan gelen kılıç ve ok darbelerinden korunmuşlar. Avrupalılar demir zırhlar giyerken, bizimkiler kendilerini sıcaktan ve soğuktan da koruyan keçelere sarınıp savaşmışlar. Keçe Osmanlı’da o kadar önemli ki üretimi özel kanunlarla korunmuş, atölyeler sadece saraya hizmet etmiş, dışarıya satışı yasaklanmış. Aynı İtalya’nın Murano Adası’ndaki cam üretimi gibi.

Bu özellikleriyle tasavvufta da bir değer görmüş. Keçe ustalarına sufi denmiş. Keçe kilitleme bir kumaştır, atkısı, çözgüsü, dokuması yoktur. Sufi de birleştiren, kaynaştıran anlamında kullanılmış. Tasavvufi bakış açısıyla yün insanı, keçe de kâmil insanı temsil etmiş. İnsanın kâmil olma yolculuğu, yünün keçe olmak için içinden geçtiği meşakkatli yolculukla özdeşleştirilmiş.

Modern yaşantıda öne çıkan başka özellikleri de var keçenin. Örneğin bazı uzmanlar tarafından radyoaktif ışınları kısmen engellediği söylenir ve bilgisayarların ve cep telefonlarının keçe kılıflarda muhafaza edilmesi önerilir. Eklem ağrılarına iyi geldiği bilinir. Bir de sanırım dokusundan, kedi köpek sevmiş, çimde gezmiş gibi oluyorsunuz keçe giydiğinizde, sinir, stres kalmıyor.