Röportaj / Sinan KESKİN

 

İlk öykü kitabı Günlerden Kırmızı'da Cumartesi Anneleri’nden Kahramanmaraş olaylarına, Gezi direnişinden bombalanan, boşaltılan köylerde yaşanan acılara, ensest mağduru çocuklardan sermaye yapılan çocuklara, Soma'daki maden kazasından eşcinsel bireylerin yaşadığı travmalara ve ölümlere toplumun asla unutmaması gereken konulara odaklanan Polat Özlüoğlu, geçtiğimiz günlerde Can Yayınları'ndan çıkan 'Peri Kızı Af Buyrun' kitabında geceleyin dinlediğimiz masalları en katı gerçeklerin süzgecinden geçiriyor. Özlüoğlu, kıyıda köşede kalmışlara, görmezden gelinenlere, sesi kısılanlara ve kaba güce maruz kalanlara tercüman oluyor.

Kitapta özellikle kadın olmaya, eşitliğe, ezilmeye, şiddete ve aynı zamanda isyana, toplumun ikiyüzlülüğüne, aile içi kanserli ilişkilere dair öyküler anlatan Özlüoğlu, “Her gün gördüğümüz, haberlerde izlediğimiz, sırtımızı döndüğümüz kadınların sesini duyurmaya çalıştım” diyor.

Günlerden Kırmızı ve Hevesi Kirpiğinde'nin ardından Peri Kızı Af Buyrun'da da annelerimizin anlatamadığı öyküler anlatmaya devam eden Polat Özlüoğlu ile yazma serüvenini, öykülerini ve heybesindekileri konuştuk.

Polat Bey, öyküleriniz ve edebiyat üzerine konuşmadan önce radyoculuk kariyeriniz hakkında konuşalım istiyorum. Kaç yıl radyoda çalıştınız?

1994 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünü bitirdim. Öğrencilik yıllarımda Batı Radyo'da staj yaptım. Okulu bitirdikten sonra askerliğimi tamamlayıp Radyo 35'te çalışmaya başladım. Yayın akışının bütün saatlerinde program yaptım. Bir dönem Radyo 35'in sahibi olduğu İstanbul FM'de çalışmak üzere İstanbul'a gittim. 2000 yılında radyoculuk kariyerimi sonlandırdım.

Neden?

Radyodan sıkılmıştım. Sigorta yapmıyorlardı, koşulları da ağırdı. Gelecek için sağlam bir iş değildi. Bir arkadaşım İş Bankası'nın sınavları var, gel gir dedi. Girdim, kazandım. Sonra mülakatı da kazandım. Bir süre çalışır bırakırım diye düşündüm. Ama bankacılık tuhaf bir meslek. Girince çıkamıyorsun. Hem sürekliliği olan bir iş hem de İş Bankası kurumsal bir firma. Birkaç sene çalışır çıkarım diye düşünüyordum, 18 yıl oldu.

Yazma serüveniniz ne zaman başladı?

Çocukken çok kitap okuyordum. Çizgi roman, dergi, klasikler, masallar hatta hiç okunmayacak şeyleri dahi okuyordum.

Okumayı çok sevdiğinizden mi, yapacak başka bir şey olmadığından mı?

Yapacak başka bir şey olmadığı için demek daha uygun. Biz üç kardeşiz. Benim ikizim var bir de kız kardeşimiz. Pek dışarı çıkmazdık. Sürekli kitap okurduk. O zamanlar da yazıyormuşum. Ev taşırken kutuların içinden çıkıyor yazdıklarım. 35 sene önce çizgi romanlar yazmışım. Saçma saçma şeyler. Üniversiteye başlayınca okuma pratiğim değişti. Mesleki şeyler ve güncel siyasi konular üzerine okumalar yapıyordum. Bir de çeviri edebiyatı çok okuyordum. Yazmayı denediğimde de yazıyordum ama yazdıklarımın ne olduğunu bilmiyordum. Öykü değil ama başı sonu olan metinler. Hatta birkaç tane de roman yazmışım. Defterlerim duruyor. Ama çok saçma şeyler. Çocukça şeyler.

Kitaplarınızda o dönemlerde yazdığınız öyküler var mı?

Onlar çok eski değil. 2013'ten sonra yazdığım öykülerden oluşuyor.

Neden 2013'ten sonra?

2013 yılında bankadan bir arkadaşım sayesinde, 'gel seni bir atölyeye yazdırayım, madem yazmayı seviyorsun, bilen birilerinden destek al, baktın oluyor devam edersin' dedi. Akademi İzmir'de yaratıcı yazarlık kursuna kaydımı yaptırdı. Bana kalsa gitmezdim. Derse gittim, hocamız Selda Uzunkaya idi. Selda'nın da Akademi'deki ilk dersiymiş. Birkaç arkadaş daha vardı sınıfta. Hatta ben onlardan korktum. Biri bloggermış biri roman yazdım dedi. Allah Allah nasıl bir yere geldim dedim. Adamlar yazıyor diye düşündüm. Ama iş öyle değilmiş. Ben yazmaya başladıkça Selda hocayla beraber birbirimizi epey geliştirdik. İlk derse gelenlerin çoğu devam etmedi. Ben 5 yıl Akademi'de Selda ile çalıştım. Selda bize her hafta bir öykü yazma ödevi veriyordu. O ödevin dışında ben kendi kafamdaki öyküleri de yazıyordum. Günlerden Kırmızı o süreçte yazdığım öykülerden oluştu.

Ülkemizde kitap yayınlatmak en az yazmak kadar sancılı bir süreçtir? İlk dosyanızın yayınlanması için ne kadar beklediniz?

Notabene Yayınları birinci kitap için çok çabuk cevap verdi. Onlarda böyle bir kitap bekliyormuş. Bekleme heyecanı yaşamadım, 15 günde döndüler. İkinci kitabı da onlar istedi. 1,5 - 2 yıl sonra da ikinci kitabım Hevesi Kirpiği'nde yayınlandı.

Son kitabınız 'Peri Kızı Af Buyrun'dan konuşalım biraz. Kitaptaki öyküler tamamı kadın ağzından yazılmış. Bu bilinçli bir tercih miydi?

İlk 3 öyküyü yazdığımda bunların kadın öyküleri olduğunu fark ettim. Böyle devam edeyim dedim. Öykülerde anne-kız, anne-oğul ve öteki kadınlar olsun diye düşündüm. Ve diğer öyküleri yazmaya başladım. Bende çok fazla baba figürü yoktur. Ben anneci, anneanneci bir çocuktum. Teyzem, yengem, halam ve başka bir sürü komşu kadının arasında büyüdüm. O dil çocukken giriyor insanın zihnine. O dile yatkınım. Yazarken kalemim de o şekilde gidiyor. Eril dilden olabildiğince uzaklaşmaya çalışıyorum. Bu kitapta özellikle kadın olmaya, eşitliğe, ezilmeye, şiddete ve aynı zamanda isyana, toplumun ikiyüzlülüğüne, aile içi kanserli ilişkilere dair bir şeyler anlatmak istedim. İstedim ki kadın karakterler baskın olsun. Her gün gördüğümüz, haberlerde izlediğimiz, sırtımızı döndüğümüz kadınların sesini duyurmaya çalıştım. Edebiyat biraz da bunun için var bence. Her gün bir kadının öldüğü ya da şiddet gördüğüne dair haberler okuyoruz. Bu kadınlar istatistiksel rakamlar olarak kalmasın, bir hikayeleri olsun, bir isimleri diye düşündüğüm için bu dosya ortaya çıktı.

Kitapta öyküsünü okuduğumuz kadınların benzerlerine gazetelerin üçüncü sayfalarında sıklıkla rastlıyoruz. Ama onların hikayelerini derinlemesine bilmiyoruz. Siz bu öyküleri yazarken üçüncü sayfa haberlerinden faydalandınız mı?

Gazetelerden etkileniyorsunuz tabi. Haber izlemekten ziyade okumayı seviyorum. Kitaptaki öykülerin hiçbiri özellikle bir gazete haberinden yaratılmış değil. Olaylar da tamamen kurgu. Hayal etmeyi seviyorum. Mesela bir isimden bir öykü yazabilirim. 'Anakızhala' bunlardan biri. Annemin anlattığı bir hikayeydi. Kadına öyle diyorlarmış. Neden diye sordum 'ne bileyim, öyle diyorlar' dedi. Nedenini ben uydurdum. O isme bir hikaye yazdım. Bir kader ördüm kelimelerle.

Her yazarın kendine özgü bir yazma tekniği vardır. Siz öykülerinizi nasıl yazıyorsunuz?

Ben normalde kurgulamadan yazan biriyim. Bir öyküyü kafamda uzun uzun kurgulamıyorum, uzun uzun düşünmüyorum, hatta hiç düşünmüyorum. Elime kağıdı kalemi aldığımda yazıyorum. Bazı yazarlar haftalarca düşünüp sonra oturup bir kerede yazıyor. Ben öyle yapamıyorum. Önceden hiçbir şekilde kurgu yapmıyorum, oturuyorum yazıyorum. Sonra bir hafta boyunca öyküyü yeniden elden geçiriyorum. Düzeltmeler yapıyorum. Birinci, ikinci, üçüncü, beşinci defa düzeltme yapıyorum. Son noktayı koyduğumda ilk yazdığımda 5 sayfa olan öykü bazen 6, bazen 10 sayfa oluyor.

Heybenizde neler var?

Bir öykü dosyası daha bitirdim. Biraz farklı hikayeler yazdım. Ben baba öyküsü yazmam, yazamam. Her hafta bir öykü yazan birisi olarak hiç baba öyküsü yazmamıştım. Yeni dosyamda bu konunun üzerine gittim. Baba – kız, baba – oğul, baba – aile öyküleri yazdım. Benim için biraz yoğun geçen bir süreçti. Bir de roman yazdım. Ama birkaç defa okuyup düzeltmeler yapmam lazım. Biraz daha beklemesi, demlenmesi gerekiyor. Konusu sürpriz. Bir işkence hikayesi olduğunu söyleyebilirim.

Bankada çalışmak yazarlığınızı nasıl etkiliyor?

Olumlu ya da olumsuz hiç etkisi olmuyor. Benim için banka mesai saatleri ile sınırlı. Her zaman öyleydi. Kıyafetimi bile bankada bırakıyorum. Sabah gelip orada giyiniyorum. Sokaklarda takım elbiseyle dolaşmadım hiç.

İş Bankası Kültür Yayınları ile hiç temasınız oldu mu?

İlk kitabımın dosyasını İş Bankası Kültür Yayınları'na da göndermiştim. Dönmediler. Zaten beklememe gerek kalmamıştı. İsabetli oldu benim için.

 

Dil pürüzsüz olmalı

Genelde hafta sonu dışarıda bir mekanda bir kafe ya da kitabevinde oturup yazıyorum. Evde yazamıyorum. Düzeltmelerini evde yapıyorum. Çünkü son okumayı yüksek sesle yaparım. Kulağı tırmalayan bir şey olmasın diye. Dil üzerine çok düşünüyorum. Dilin kusursuz olması öyküyü hem gerçekçi kılıyor hem de kurguyu sağlamlaştırıyor. Öykünün dilinin çok iyi olması lazım. Yoksa piyasada bir sürü öykü kitabı var, bir iki sayfa zor okuyorsunuz. Zamanı, mekanı, karakteri, kurguyu ve konuyu bütünleyen şey dil. Öyküyü okutacak olan dilidir. Pürüzlü olmamalı. Borges’in dediği gibi ‘Yazar dildir’.

Cumartesi Anneleri

Her kitabımda bir Cumartesi Annesi öyküsü var. 'Bir Kanatsız Kuş İdi' ona karşılık gelen bir hikaye. Acıtan bir şey. Ama yüzlercesi yaşandı ve hala kayıplarını bekleyen anneler var. Kaç yüz hafta geçti? Buna rağmen insanlar kavuşmak için hevesleri kirpiklerinde bekliyorlar.