Hocamızdı, dostumuz, can yoldaşımızdı… Sözcüklerimiz, şiirlerimiz, türkülerimizdi… Rehberimizdi. Memleket sevgisi memleketi görüp tanımakla, bilmekle pekişirdi… Öyle derdi. Bilgeydi… Her iş, her oluş, her an için –kopyalanası- belleği ile Türkçe bilgisiyle besler, eğitir, öğretir, donatırdı. Deyimler, atasözleri, sözlükler gibiydi. Her alanda antolojiydi.

Manevi anne ve babasından; Azra ve Balıkçı’dan aldığı el ne mübarek bir elmiş… Bin yılın Mitoloji Anlatıcısı’ydı.Bir zeytinin dalından, bir defne yaprağından… Mitolojinin muhtarı gibiydi; kim kimdir, nerde yaşar, kimi sever kimden kaçar, ne dolaplar çevirir, hangi dağın bağbanıdır gülüdür… Öyle ki Tanrılar Sofrası’nda Şair Ali Yüce boşuna dememişti;

Kafam şişti düşüne düşüne Belleğimin dibi delindi Söylesene yahu Şadan! O tanrıçanın kızlık soyadı neydi?

Söz dili, yazı dili… Biri diğeri ile yarışırdı. Çevreciydi. Anadolu top yekûn ilgi alanıydı. Anadolu’yu onunla gezmek, her taşın her yaprağın, esen rüzgârınhikâyesini, manisini, masalını, ezgisini dinlemek bu topraklara aşkımızı çoğaltırdı. İnerdin Ihlara’ya bahar dallarıyla; çıkardın vadiden bembeyaz karlara.

Gazeteciydi. Röportaj ustasıydı. Son güne kadar yazmaya devam etti.

Öğretmenin ustasıydı. Kalemi, söylence dili sadece kitaplarında değil, derslerinde değil,TRT’de radyo programlarında da memleketin dört bin yanında dinlerken öğretirdi... Radyo Günleri’nin dinlenme oranı en yüksek programlarına imza atardı. Birçok ödül kazanan o programlar bizleri de eğitti. Fuar’daki Eski Jokey Kulübü barakalarında yayın yapan İzmir Radyosu bahçesinde onun masalsı anlatımının efsunladığı bizler kendimizi ayrıcalıklı hissederdik.

Paylaşmak karakteriydi. Sadece öpülesi belleği değil omuz çantasında her dem herkese dağıtacağı armağanları olurdu. Bazen bir taş bazen bir ayna bazen bir şiir. Çokça kitap. Öğrencilerinin, sevdiklerinin, meslektaşlarının arasında kimse yoktur ki o armağanlardan nasibini almamış olsun.

Kıymetlimdi. O’nun tanımıyla sesi koygun babamın can dostu, benim de doğuştan hocamdı. Çok şanslıydım. Aile sohbetlerinde başlamıştı öğretmeye. 1988 yılında Ege Üniversitesi’nde bir dersine konuk etmişti.Sınıfa girdik. Belli ki yoklama yapmasına gerek yok. Öğrenciler tam kadro orada. Kabarttı omuzlarını kollarını açtı… Sanırsın zeybek oynamaya başlayacak. Sonra şıklattı parmaklarını, el çırptı. ‘Hadi bir radyo programı yapalım!’ dedi. O gün o derste birlikte önceden hazırladığı bazı küçük notlardan ilham alıp doğaçlama bir program çalışması yaptık. Dersten sonra bugün mesleğime dair yapmayı en çok sevdiğim şeyi, bilgiyi paylaşmayı, ders vermem gerektiğini söylemişti. Bir yıl sonra da iletişim okuyanların ders programında mutlak yer alması gerektiğini savunduğu ‘Konuşma Eğitimi-Diksiyon’ derslerine girmeye başladım. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi bu dersin müfredata konduğu ilk iletişim fakültesidir. Bu işin içinde de onun parmağı vardır.

Her gün mutlaka bir iletisi olurdu. Her iletisi bir dersti. Canımın son zamanlarda sıkkın olduğunu bildiğinden son iletisinde son cümlesini gönderdi .

‘Dum spiro spero: Soluk aldığın sürece umudunu yitirme!.’

Mitolojinin bütün tanrıları, feylesoflar, önden yol alan bütün dostları onu uğurladığımız iki günde gökleri deldi, yeri çatlattı. Cennetin yeryüzündeki minyatürü Gökova-Akyaka, mavinin kıyısında, yeşilin gölgesinde, kızıl bağrında sarıp sarmalıyor şimdi. Bize düşen ayağa kalkıp, düğmelerimizi ilikleyip saygıya durmak.

Yolu bizi aydınlattığı gibi ışıklı olsun.

Merhaba! Prof. Dr. Gökovalı Şadan’a.