Bu yazılarda elimden geldiğince bilim ve teknoloji için yazmaya çalışıyorum. Fakat içinde bulunduğunuz ülke sürekli bilim ve teknoloji sahasında yeni bir üzüntü kaynağı haberlere konu olurken hiçbir şey yokmuş gibi davranmak çok zor. Teknoloji ve bilim alanında sürekli olarak ülkemiz yerine başka ülkelerin gelişmelerinden bahsetmek ise normalleşse de bu normal değil. 80 milyon nüfusa sahip bir ülke için hiç normal değil. Uzun yıllardır ülkemiz adına teknoloji gelişimi olarak konuştuğumuz yeni silahlar üretmemiz, ülke güvenliğimiz için harika gelişmeler olsa da o silahları üretmek için harcanan muazzam kaynak ile dahi birçok geliştirilen ürünlerin devşirme teknolojilere dayanıyor. Yine de “artı bir” olarak görüyorum. Hiç olmazsa ülkenin bir köşesinde silah dahi olsa yeni bir şey yapılmaya çalışılması bile iyi bir durum.

Fakat geri kalan her sahada çöküyoruz. Ülkenin dört bir yanı yabancı firmaların ürünleri ile dolu. Şimdi 'o kadar Türk markası var, nasıl oluyor o' diyecekseniz, ileteyim. Şu an Arçelik gibi bir markamız dahi üretimlerinin sadece yüzde 30’unu Türkiye’de yapıyor. Dünyaya açılmamız çok güzel elbette. Fakat bizim, dünyaya açılmayı Çin, Tayvan gibi ülkelerde üretim yaptırıp montaj yapmak olarak algılayan çok firmamız var. Ülke olarak belli başlı gelişmişlik katsayısını belirleyen kilit teknolojileri üretemiyoruz. Ya da ülkenin üretim kapasitesine göre üretemiyoruz. Örneğin ister ithal ister montaj hiçbir noktada mikro işlemci, gelişmiş kompozitler ve lityum pil teknolojilerini halihazırda ne ülke ne ülke dışında üretemiyoruz. Bu kilit teknolojilerin hepsi diğer önemli ürünler gibi ithal olarak sağlanıyor. Bunun iki nedeni var. Bu tip teknolojiler uzun vadeli yatırımlara ihtiyaç duyuyorlar. Her anlamda. Hem maddiyat hem insan gücü olarak uzun vadeli düşünmek zorunda olunan işler. Bu teknolojilere sahip olan ülkelerde ne kadar para verirseniz verin size kollarını açıp bu teknolojilerin sırlarını, bu özellikleri sağlayan ürettikleri makineleri satmıyorlar. Akıllı devletler, 40-50 sene önce uzun vadeli olarak maddi ve insan kaynaklarını bu alanlara yönlendirerek, ama daha önemlisi hiçbir fikri reddetmeden, özgür bir şekilde, adım adım bu teknolojileri geliştirdiler. Şimdi dünyayı onlar döndürüyorlar. Gerçek anlamda. Bazen, bakın ABD dahi üretimini uzak doğuya yaptırıyor ama diye görüşleri dinlediğim oluyor ama ABD ile aramızdaki fark, o teknolojileri kapitalist düzen yüzünden daha ucuz diye uzak doğuya yaptırıyor. Yoksa teknolojinin keşfedenleri en nihayetinde onlar. Bu durumda sıkıntılı ama bizim ülkemizin yaşadığı bu durum ile o durum arasında dağlar kadar fark var. Bizim elimizde hiçbir kilit teknolojinin dokümanı dahi yok.

Bu noktaya nasıl geldik? Neden her gün gelişmiş dediğimiz ülkeler ile ara giderek açılıyor. Basit yazmak istiyorum bundan sonrasını. Çünkü biz insana yatırım yapmadık. İnsana yatırım eğitime yatırım demektir. Fakat biz eğitimi, insanı dizginlemek olarak anlıyoruz. İcat çıkarma, eski köye yeni adet getirme gibi birçok “ata” sözü ile boğuşuyorken halkın nabzını gayet iyi tutan son hükumetimiz de halkının ne istediğini gayet iyi anladı. Dizginlemeyi tam olarak eğitim politikası yaptı. Ama günahlarını almayalım, bunu bu hükümet başlatmadı. Muhtemelen son toprağı atmış olanlar onlarda olsa asıl “acı” çok önce başladı. Ülke olarak okulları, eğitimi, ve geleceğimizi, çocukların ailelerinin canını sıkmamaları için, enerjilerini attıkları yer olarak değerlendirdiğimiz gün kaybettik. İster kabul edin, ister etmeyin ama gerçek net. Hep söz dinleyen başımızı ağrıtmayacak nesiller yetişsin istedik. Çok uzun yıllardır eğitim vermeyi çocuğun özgür iradesini dizginlemek olarak anlıyoruz. Hayal kuran çocuğa hayalci, idealini sürdürmek isteyene anarşist dedik.

Üniversitelerin birçoğunu, birçok bölümü de bu anlayışımız ile gençlerin zamanlarını geçirdikleri bir çocuk yuvasına, kreşe çevirdik. Şu durumda gerçekten radikal bir soru olacak ama yüzlerce bölümü kapasak veya kontenjanlarını düşürsek ülkede ne değişir? Herkes cevabı biliyor aslında. Hiçbir şey! Gençler evlerine döner, ana babalarının daha fazla canını sıkar, o kadar! Hatta belki dizginlenmedikleri için çok daha üretken olurlar!

Üniversiteleri geleceği şekillendirecek özgür düşüncenin mabedi olarak düşünen, içlerinde hala umut etmeyi sürdüren birkaç akademisyenin bu aralar bu hayata itirazları da bu yüzden. O akademisyenler hala buraları gençlerin dizginlendiği kreşler olarak değil, bilim üretebilmesi için desteklenmesi, özgür bırakılması gereken alanlar olarak görmek istiyorlar. Bu sebeple o akademisyenler Boğaziçi Üniversitesi’nin hafta sonu kapatılmasını algılayamadılar bile. Fakat hükumetin ve ülkedeki birçok ailenin gözünden baksalar durumun ne kadar normal olduğunu görecekler. Hangi kreş hafta sonu açık ki?