Don Kişot’un kişiliği öteden beri ilgimi çekmiştir. Daha seksenli yılların başında, Türk Dil Kurumu’nun yayın organı Türk Dili dergisinde “Don Kişot’un Saldırısı” başlıklı bir yazı yazmıştım (Mart 1981, Ankara). Orada Türk dilinin özleştirilmesine karşı çıkan devrim düşmanlarına, bu sahte şövalyenin boş serüvenlerini anımsatmış ve Dil Devriminin durdurulamayacağını savunmuştum. Öyle de oldu: Kurumu 12 Eylül zorbalarına kapattırmayı başardılar (19 ekim 1983), ama özleşmeyi geriletemediler: On binlerce öz Türkçe sözcük günümüzde de yaşamını sürdürüyor.
Bu yazıda büyüklenmenin türlü biçimlerine değineceğim. Kimileri Don Kişot gibi silik, güçsüz, akılsız, kılıksız, alık görünümlerine karşın, kendilerini “dev aynasında gören”, güçlülük kuruntusuna kapılan, sahip oldukları nesnelerin değerini gözlerinde kat kat büyüten, öyle olduğuna herkesi inandırmaya çalışan ve de düşledikleri abartılı yaşam biçimini uygulamaya kalkışan insanlar bu türdendir. Onlar er geç düş kırıklığına uğrar ya da daha kötüsü bir dizi felaketlerle karşılaşır ve kendi kendilerini tüketirler. Nitekim Don Kişot gerçek gücüyle, daha doğrusu güçsüzlüğüyle orantısız kahramanlıklara girişirken, ciddi suçlar işlemek zorunda kalır. Kendisini şövalye sandığı için, karşılaştığı sözde kötü niyetli, ama en gariban, en suçsuz insanların canını yakar; üstelik, bir koyun sürüsünü bile, suçsuz insanlara saldıran düşman ordusu gibi görerek güzelim hayvanları mızrağıyla telef eder, vb. Bu arada kendisinin de epeyce canı yanar. Sonunda elindeki tüm varlığından olur, pişmanlık ve suçluluk duygusu içinde hastalanır ve dünyadan çekip gider.
Bu tür insanların daha kısa ve daha keskin bir betimlemesini La Fontaine’in “Öküz Olmak İsteyen Kurbağa” öyküncesinde görüyoruz. Orada bir kurbağa, bir öküzün görkemine imrenerek onun büyüklüğüne erişmek isterken, şişindikçe şişinir ve sonunda patlar!
Günümüz insanlarının gerçek yaşamlarından ve sıradışı kişiliklerinden de örnekler verilebilir: Kimileri altındaki arabanın gazına alabildiğine basarak son hızla ilerlerken, o arabayı kendi gövdesi yerine koyabilir, gücünü de kendi gücüymüş gibi duyumsayabilir; çoğu kez, yalnızca kendisinin değil, başkalarının da canını yakabilir... Kısacası kendi büyüklüğünü nesnelerin büyüklüğünde gören tehlikeli budalalara hiç de az raslanmıyor.
Yeryüzünde öyle buyurganlar gelip geçmiştir ki, her yenisi, var olan saraylara burun kıvırarak, kendilerini, oralarda oturmuş insanlardan çok daha büyük (!) görmek ve göstermek istemişler, bunun için kendilerine çok daha büyük ve tantanalı saraylar kondurmuşlardır. Çünkü, onlar da, tıpkı çılgın araba sürücüleri gibi, sarayın görkemini kendileriyle özdeş saymışlar; bu yolla kendilerini daha güçlü ve daha “itibarlı” görmek ve göstermek istemişlerdir. Böylece buyurganlık imgelerini daha etkili kılmaya, salt bu görünümleriyle kitleleri daha kestirmeden boyun eğdirmeye zorlamışlardır. Bir süre bu tasarılarında haklı da çıkmışlar, yani güçlü görünmeyi başarmışlardır.
İster kapitalist ister sosyalist, ister dinci ister laik yönetimde olsun, bu durumlar yaşanmıştır. Örneğin, Arap ülkelerinin devlet başkanları ya da emirlerinin dış ülke ziyaretlerinde yanlarında taşıdıkları akıl almaz boyutlardaki varlıkları aynı büyüklenmenin değişik görünüm altındaki dışavurumudur. Ayrıca, sözde emekçilerin iktidarda sayıldığı komünist yönetimlerde bile benzer durumlara tanık olunmuştur. Örneğin Bulgaristan Komünist Partisi’nin son Genel Sekreteri ve ülkenin Devlet Başkanı Todor Jivkov sosyalizmin çöküşüyle birlikte iktidardan düşünce, gizli tuttuğu çok lüks saraylarının ortaya çıktığı dile getirilmiş ve görüntüleri yayınlanmıştır, vb. İşin içinde maddi çıkar hırsı da olunca... Buna karşılık kapitalist bir ülkenin dünyaca ünlü Cumhurbaşkanı François Mitterrand Paris’in eski bir semtinde, sıradan bir konutta oturduğunu bir Fransız dostumdan öğrendim: Birlikte gidip gösterdi bana. ABD başkanlarının oturduğu Beyaz Saray da, o ülkenin büyüklüğü oranında görkemli sayılmaz (Bu arada benim kapitalizmden yana olduğum sanılmasın. Tam tersine…)
Sonuç olarak, buyurganları “ihtişam” düşkünü olan ulusların tek bir ortak yanı var: O da geri kalmışlık ya da, daha iyimser bir anlatımla, az gelişmişliktir.

Türk Dil Kurumu’nun anıt üyelerinden, günümüzde de aynı doğrultudaki etkinliklerini aksatmadan sürdüren, dil ve yazın emekçisi, yakın dostum Emin Özdemir ağabey geçtiğimiz hafta aramızdan ayrılmıştır. Anısı önünde derin bir saygıyla eğiliyorum. O, yapıtlarıyla yaşayacaktır.