Kendimizi dağlara, bayırlara ya da sessiz deniz kenarı kasabalarına vuracak halimiz yok.
Gerçi vursak da Türkiye aynı Türkiye.
Kavga, gürültü, tehdit, şantaj, ötekileştirme almış başını gidiyor.
KKTC'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş'ın torunu bile Lefkoşe'nin orta yerinde saldırıya uğruyor, kafasına dikiş atılacak derecede dövülüyor.
Yavru vatan bile güvensiz...
***
Bu hale gelmemizin temel nedeni, sadece “ben bilirim” diyen siyasilerdir.
Kusura bakmasınlar, toplumun içinde bulunduğu durumu anlayamayacak kadar hafızalarını yitirmiş olan vekillerimiz, ille de “biat” kültürüyle hareket edince gerilim arttı.
Üzgünüm ama beklentim daha da artacağı yönünde.
Çünkü en çok “mağdur” edebiyatını seviyorlar...
***
Ortaokul ve lisede sınıfımızda Ermeni arkadaşlarımız vardı.
Neredeyse tamamı sınıfın “en çalışkanı” ve de aynı zamanda “en sessizi” idiler.
Müthiş tutumlu, kibar ve şık giyimlerine hep imrenirdim.
Örnek olmak deyimi onlar içindi...
***
O zamanlar Alevi-Sunni, Hıristiyan-Müslüman-Musevi gibi ayrımlar yoktu.
Ayrımcılığı liseli yıllarımızda Çorum ve Maraş'ta tanıdık, yaşadık.
Yine de sakin olmayı başarabilmiştik o yıllarda.
Terör, siyasetin “asıl” amacı değildi...
***
Kış aylarında okulun yanar/yanmaz kaloriferleri nedeniyle ders aralarındaki boşluklarda bile sınıftan çıkmak pek akıl karı değildi.
En fazla koridorlarda dolaşırdık.
O zaman da “din kültürü” dersi vardı...
***
Yine öylesine soğuk bir kış gününde din kültürü dersinde yaşanan bir tartışmayı anımsıyorum.
Dersin öğretmeni, o güne kadar dersinde sırasında sessizce oturan, hiçbir tartışmaya katılmayan, öğretmenin anlattıklarına (kendi dinine uygun olmasa da) karşı çıkmayan Ermeni arkadaşımızı sınıftan çıkarmak istedi.
Kış günü...
Nedeni ise, kendisinin “Müslüman” olmaması idi.
Eğer Müslüman değil ise, din dersinde de olmamalıydı.
Hiç örgütlenmemiş, bir arada belki de hiç oturup tartışmamış, siyasi görüşleri belki de birbirine hiç benzemeyen kırk kişilik sınıfta nasıl olmuşsa tek bir ses çıkmıştı.
“Ya o da sınıfta kalır, ya da biz de sınıfı terk ederiz...”
***
Sadece “insan” olmanın verdiği zorunlulukla, “arkadaş” olmanın sorumluluğu ile, “bir arada” yaşamanın getirdiği empati ile karşı çıkmıştık.
Hiç sormadım, bu davranışımız hakkında ne düşündü?
Kendisi de durduk yere hiç anlatmadı.
Dedim ya, zaten sessiz ve çalışkandı sadece...
***
Ertesi gün, daha ertesi gün, daha sonraki ay, daha sonraki yıl hiç yaşanmamış gibi devam ettik hayatlarımıza.
O gün gözümün önünden hiç gitmez.
Öğretmenin sözünün neredeyse “emir” sayıldığı o günlerde, kızlı erkekleri direnebilmenin sevincini hep yaşarım...
Sonradan öğrendiğime göre, “çalışkan” ve aynı zamanda “sessiz” arkadaşımız, Tıp Fakültesini bitirerek doktor olmuş. Sonra İngiltere'ye giderek önemli başarılara imza atmış.
Ve sonunda ne olmuş biliyor musunuz?
Şimdilerde işini gücünü ve belki de “hayatı” bırakıp evine çekilmiş.
On yılı aşkın süredir “kapısının önüne” bile çıkmıyormuş...
***
Kimden, neden, nasıl “korktu” ve nasıl bir korku sarmalının içine girdi bilmiyorum.
Bildiğim, onu bu hale bu toplum getirdi.
Ve onun gibi, milyonlarca insan şimdi aynı “korkuyu” yaşıyor.
Korkuyu aşabilmek için çaba gerekiyor.
Beyhude çabalar değil, gerçekçi çabalar.
***
Üzerimizde yaratılmak istenen korkunun tek çıkış yolu var.
Biz olmak, diri olmak, akıllı ve vicdanlı olmak.
Sorun vicdanınıza öyleyse.
Hep “ben bilirim” diyen ne kadar bilir?