Antalya milletvekili Sayın Deniz Baykal iki hafta önce TBMM’de yemin etti. Bütün partilerin övgü ve alkışlarıyla, nerdeyse ulusal kahraman ilan edildi. Uğradığı rahatsızlıkla büyük acılar çekmiş, özürlenmiş bir üyesine karşı gösterilen bu yoğun eşduyum Büyük Meclisimiz adına alkışlanmaya değer. Kimilerimizde bu olay, ulusal birliğimizin kolayca sağlanabildiği (!) izlenimi uyandırdı. Üstelik Baykal son yıllarda topluma yapmış olduğu bilgece seslenişleriyle tam bir aydın işlevi yapmıştı.

Ne kadar da duygusalız! Ama ne yazık ki bütün bunları, özellikle CHP açısından, siyasal gerçeklikle ilişkili saymak ve bir umut kaynağı gibi görmek yanlış olur: CHP yine CHP’liğini yapıyor; daha doğrusu umut verici hiçbir şey yapmıyor. Herşeyden önce bir kişinin ya da örgütün öteden beri sergilemiş olduğu edimlerinde tutarlılık aranmalıdır. Ünlü varoluşçu Jean-Paul Sartre’a göre, insan ancak eylemleriyle vardır, bunun kesin ölçüsü ancak ölümüyle belirlenir. Çünkü insanın varoluş çizgisinde kopmalar da, boşluklar da, çelişkiler de, tutarlılık da olabilir. Yaşamın bütününü okumak gerekir.

Oysa bizler, insanlar üstüne değerlendirme yaparken, çoğu kez belirli anların oluntularından etkilenerek duygularımızı öne çıkarıyor, bilinç verilerinden uzaklaşıyoruz. Fransızcada “lucide” (söylenişi “lüsid”) diye bir sözcük vardır. Tanımı kısaca şöyle: “Bütün anlaksal yetilerini eksiksiz kullanan” (birisi) [Le petit Larousse, 2004]. Yani anlak dışı hiçbir duyumun etkisinde kalmadan, somut ya da soyut her şeyin imgesini (tanımını) bir kameranın algıladığı gibi görüp dile getirebilen (kişi) anlamını taşır “lucide”.

Bir varoluş çizgisi sunan Deniz Baykal olayını bu nesnel bakışla ele almak gerekir. Sayın Baykal edimleriyle ilgi çekmiş ünlü bir kişidir. Örneğin Demokrat Parti hükümetinin gençlik üzerindeki baskılarına karşı düzenlenen öğrenci ayaklanmasına etkin biçimde katılmış, 27 Mayıs devrimini izleyen yıllarda CHP’ye üye olmuş, üstlendiği ilk bakanlık görevlerinde ilerici yasaların çıkarılmasına öncülük etmiştir. Siyasal yaşama yaptığı önemli bir katkı da, CHP ile MSP koalisyonunun kurulması aşamasında, MSP’li Oğuzhan Asiltürk’le birlikte, “en genç iki partili”den biri olarak, uzlaşı görüşmelerini yürütmüş ve uzun tartışmalardan sonra adeta “olmayacak şeyi olur” kılmıştır. Baykal’ın bir başka olumlu katkısı, “1 Mart” tezkeresinin engellenmesinde gösterdiği çabadır vb.

Ama aynı Baykal bu başarıyı partisinin gelişmesinde gösterememiştir. Tam tersine, mücadeleyi daha çok parti içine çekerek uzun süren bir hizip süreci başlatmıştır. Genel Sekreter görevini yaparken bile, Genel Başkanıyla sürtüşmüştür. Bunu yaparken, önemli bir partili kitleyi “Baykalcı”ya dönüştürerek kendisine bağlamıştır. Sanki parti içinde parti kurmuştur. Kendisi Genel Başkan olduktan sonra da CHP’nin ilerlemesine hiçbir anlamlı katkı sağlayamamıştır. Tam tersine, laiklik karşıtı din sömürüsüne özenerek, tepeden tırnağa kara çarşaflı kadınlara CHP rozeti takarak onlara övgüler dizmiştir vb.

Sonuçta “Baykal”lı CHP tabanında devrimci bir eşgüdüm yerine, geniş bir Baykal karşıtlığı oluşmuştur. Giderek sabırsızlanan ve ona karşı kinlenen yurtsever Atatürkçülere göre, hangi nedenle olursa olsun, Baykal partinin başından gitmeli ve iktidarın yolu açılmalıydı. Öyle ki, rezil bir kumpas nedeniyle de olsa, Genel Başkanlığı bırakmasıyla Kemal Kılıçdaroğlu gibi daha “atak” (sanılan) birisinin başa geçmesi, yeni bir umut ışığı yakmıştı… Ama CHP cephesinde yeni bir şey olmadı: Demek ki sorun Baykal’da değil, partide.

Bu yazıyı, sevdiğim bir türkünün son dörtlüğüyle bitireyim bari: “Bülbülleri har ağlatır/Âşıkları yâr ağlatır/Ben feleğe neylemişim/Beni her bahar ağlatır”.

Nakarat: Ben bunlara neylemişim / Beni her seçim ağlatır.