Gülcan KAPLAN

Eşit yurttaşlık vaadinde bulunan ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla 19. yüzyılın sonlarında batıda güç kazanmaya başlayan kadın hareketi, tüm dünyaya yayıldı. Türkiye’deki kadın hareketi de Cumhuriyet Dönemi ile birlikte güç kazanmışsa da aslında Osmanlı’nın son dönemlerine dayanıyor.

Birinci dalga adı verilen bu dönemde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınların kamusal hayatta yer almak, eğitim, çalışma ve oy hakkı için mücadele ettiklerini görüyoruz. Cumhuriyetin ilanının ardından, Türkiye’de ilk kadın örgütlenmesi olan Türk Kadınlar Birliği 1924 yılında kuruldu. Eşit siyasal haklar kazanmak için mücadele eden Birlik, düzenledikleri sempozyum ve konferanslarla ülke yönetimine seslerini duyurdu. Birliğin kapatıldığı 1935 yılından 1975’te kurulan İlerici Kadınlar Derneği’ne (İKD) kadar kadın hareketi bir ivme kazanamadı. İKD, 1980 askeri darbesiyle kapatılana dek yurt çapında kitleselleşerek, kadınları sokak ve eylemle tanıştırdı.

İKİNCİ DALGA

Kadın hareketi için “İkinci Dalga” olarak nitelendirilen 1980’lerden günümüze ise çok sayıda dernek, vakıf, üniversitelerin araştırma merkezleri gibi kuruluşların yanı sıra siyasi partiler ve diğer STK’ların kadın komisyonları hem kendi içlerinde hem de eylem birliği yaparak toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için mücadele etti. 1980’lerde kadınlar bekaret kontrolü, aile içi şiddet, tecavüz, cinsel taciz ve “namus cinayetleri’ne karşı eylem birliği yaptı.12 Eylül askeri darbesi sonrası ilk izinli, kitlesel kadın eylemi olan “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü” 17 Mayıs 1987’de İstanbul’da düzenlendi. “Dayağın çıktığı cenneti istemiyoruz”, “Haklı dayak yoktur”, “Dayak aileden çıkmadır” sloganlarıyla gerçekleştirilen yürüyüş, kadın hareketi açısından bir dönüm noktası oldu. Yürüyüşten sonra şiddete uğrayan kadınlarla dayanışma ve bir kadın sığınağının açılması hedefiyle kampanyalar başlatıldı.

1990’larda kadın örgütlenmelerinin sayısı çoğalırken, farklılıklara rağmen bir arada durma, eylem ve güçbirliği de arttı. Cinsel tacize ve şiddete karşı “Mor iğne”, “Bedenimiz bizimdir, bekaret kontrolüne hayır”, seks işçisi kadınlara tecavüzde indirim uygulayan yasaya karşı “438. maddeye hayır” kampanyaları ve ortak eylemlerle kadınlar evde, sokakta ve iş yerlerinde uğradıkları şiddet ve tacize karşı mücadele etti. Bu dönemde eşitsizlik, kadına yönelik şiddet, aile içi şiddet, kadının sosyal ve ekonomik açıdan güçlendirilmesi için seslerini daha güçlü şekilde duyurdu. .

2000’li yıllarda ise toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadele eden kadın hareketinin ideolojik farklılıkları ortak mücadelenin engeli haline getirmeden, ortak eylem platformlarıyla birlikte hareket etmeye devam ettiklerini görüyoruz. AKP hükümetinin 2010’lardan itibaren dozunu arttırdığı muhafazakar ve gerici politika ve uygulamalarının sonucu olarak kadının bedenine ve yaşam tarzına müdahalesi karşısında kadın örgütleri ortak eylemlerle güçlerini birleştirerek kadınların sesini duyuruyor.

Demokrasiyi kurumsallaştıracak en önemli toplumsal aktörlerden biri olarak yeni bir muhalefet biçimine dönüşen kadın hareketi, hayatın her alanında hem kadınların hak ve özgürlükleri hem de toplumun çağdaş normlara kavuşması yolunda mücadeleye devam ediyor. Laik kamusal yaşamı ve çağdaş hayat tarzını hedef alan uygulamalar karşısında, demokrasi, barış, özgürlük, emek, yoksulluk, adalet, doğanın talanı, barış aktivizmi gibi pek çok alanda sesini yükseltiyor.

Muhalif her sesin susturulduğu, eylem için sokağa çıkanın hemen göz altına alındığı OHAL döneminde bile kadınlar 8 Martlarda feminist gece yürüyüşleri düzenleyerek, cinsiyetçi politikalara karşı mücadele etmekten vazgeçmeyeceklerini gösterdiler, göstermeye devam ediyorlar. Yıllardır verdikleri mücadeleler sonucu kazandıkları haklarının geri alınmaması için etkili işbirlikleri kurarak birlikte ses çıkarıyor.

KADIN CİNAYETLERİ DURMUYOR

Hayatın her alanında her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılması için kadınların verdiği mücadele devam ederken, Türkiye’de kadınların en “can alıcı” sorunu hiç kuşkusuz her geçen yıl artarak devam eden kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri. Ülkedeki her kadının korkarak yaşamasına yol açan bu sorun etrafında, bütün kadın örgütleri, STK’lar, etkili işbirlikleri kuruyor. Bu kapsamda çeşitli STK’lardan, siyasi partilerden, barolardan, meslek örgütlerinden, derneklerden, herhangi bir örgüte bağlı olmayan kadınlardan, öldürülen kadınların ailelerinden oluşan ve “çatı” örgütlenme diyebileceğimiz Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2010 yılından bu yana Türkiye’nin pek çok ilinde örgütlenerek kadın cinayetlerini durdurmak ve kadınların şiddetten korunmasını sağlamak için çalışıyor. Türkiye’nin dört bir yanında kadın cinayeti davalarının takipçisi olup kamuoyu oluşturuyor, adil yargılama yapılmasını, katillere caydırıcı cezaların verilmesini, kadın cinayetlerinin sürmesine yol açan indirimlerin uygulanmamasını sağlamaya çalışıyor.

Bu noktada sözü, yaşamın her alanında şiddete maruz kalan kadınlara “Asla yalnız yürümeceksin” diyen Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Kadın Meclisleri Üyesi Hilal Susuz’a bırakalım:

“Münevver Karabulut cinayetinin işlendiği yıl arkadaşlarımız, ‘Bu ülkede kadın cinayetleri varsa bir de mücadele örgütünün olması gerekiyor’ diyerek yola çıktılar. Çok sayıda kadın örgütlenmesi vardı ama kadın cinayetlerine karşı bir örgütlenmenin gerektiği de çok barizdi. O dönemde medyanın da dili çok önemliydi, kimse kadın cinayeti tanımını kullanmıyordu bile. Töre cinayeti, namus cinayeti deniliyordu. Münevver Karabulut cinayeti kamuoyunda geniş yer bulmuştu. Biraz da magazinsel boyutu vardı ve o dönemde siyasilerin de gündemine girmişti. Dönemin Başbakanı Erdoğan’ın “Çocuğumuz öyle nereye giderse gitsin olmaz, kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” demişti. Eski Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın “Herkes kızına sahip çıksın” açıklamalarını da hatırlarsınız. O günden bu yana kadın cinayetlerine, kadına yönelik şiddete ve çocuk istismarına karşı mücadele ediyoruz.

Aslında öncelikle kadın cinayetlerini durduracak olan biz değiliz. Bizim burada yaptığımız kadınların, hepimizin yaşamından sorumlu olan devletin ta kendisi. Bizim asıl amacımız, çalışmayan devlet mekanizmalarını harekete geçirmek. Bizden sorumlu devlet var ve kadın cinayetlerini durdurmak devletin ve mekanizmalarının yükümlülüğünde. O zaman biz de o mekanizmaları çalışmak zorunda bırakmalıyız.

Bir kadın öldürülüyor ve bu ölüm şüpheli halde bırakılabiliyor veya aile içi tehditlerle vazgeçilebiliyor ya da şiddete uğrayan kadın toplum tarafından suçlu bulunabiliyor, davasının peşinde koşamıyor. Aslında bir kadın ya da ailesi adalet mücadelesi vermek zorunda değil, vermek zorunda bırakılamaz. Devletin mekanizması kadının, ailenin yerine o mücadeleyi vermeli, bu bir kamu davasıdır deyip o davayı sonuca ulaştırmalı, gereken cezayı vererek adaleti sağlamalı. Bununla yükümlü. Ama olmuyor. Biz de sağlıklı işlemeyen o mekanizmaların işlemesini sağlamak için mücadele veriyoruz”.

YASADA “KADIN CİNAYETİ” OLMALI

Yasalarda gerekli düzenlemenin yapılarak “Kadın cinayeti” teriminin yasalara girmesi gerektiğinin altını çizen Hilal Susuz, kadınların sadece “KADIN” oldukları için öldürüldüklerini vurgulayarak açıklamalarına şöyle devam etti:

“Kadın cinayetlerinin başka bir niteliği var, sadece cinayet değil, kadınlar sırf kadın oldukları için, kendi hayatlarına dair karar vermek istedikleri için öldürülüyor. Ama yasada kadın cinayeti terimi yok. Yıllarca hep şunu duyduk, İzmir’de de mi oluyor? Birkaç sene önce jandarmanın yayınladığı raporda, en çok büyük şehirlerde, İstanbul, Ankara ve İzmir’de kadına yönelik şiddetin yaşandığını açıkladı. Biz de bunu savunuyorduk, büyük şehirlerde kadınlar modern haklarına daha fazla ulaşmak istiyor ama bu hakka ulaşmak isteyince erkek şiddetiyle karşılaşıyor maalesef. Kadınların sırf kadın olduğu için yaşadığı birçok sorun var, bu sorunların, şiddetin en son boyutu da cinayet. Bu nedenle yasada “kadın cinayeti” kavramı mutlaka olmalı.

Kadın cinayeti davalarında kamuoyu yaratılması çok önemli. Bunu, müdahil olduğumuz bütün davalarda çok net olarak görüyoruz. Safiye Karakoç cinayeti davasında sanık avukatının, “Ülkede kadın cinayetlerinin artması nedeniyle oluşan toplumsal baskının mahkemeye yansımasından kaygı duyuyoruz.” sözleri bunu apaçık ortaya koyuyor. Aynı davada dinlenen tanık “evli bir kadınla ilişkisi olduğunu bilseydim” gibi bir cümle kullanınca mahkeme başkanı “Senin ne haddine başkasının hayatına, namusuna laf söylemek, sen kendi namusuna bak.” diyerek onu susturdu. Bir kamuoyu yaratılmasaydı, biz duruşmada olmasaydık, başkan bu cümleyi kullanacak mıydı, o tanığı susturacak mıydı? Hiç sanmıyoruz. Ceyda Yüksel'in davasında da sanık avukatı “Biz şimdi bir şey diyeceğiz kadınlar bunu hemen gündeme getirecek” dedi. 

En son Şule Çet davasında da yaşadık. Şule Çet öldürüldüğünde intihar olarak açıklanmıştı biliyorsunuz. Biz dedik ki bu nasıl bir intihar, böyle bir intihar olmaz.  Eylemler yaptık ve bir kamuoyu oluştu. Bunlar olmasaydı kamuoyu oluşturulmasaydı, biliyoruz ki sanık tutuksuz yargılanacaktı. Daha önce örneğini çok kez yaşadık. Büyük bir toplum baskısı oluşturuldu, mahkeme salonu ilk duruşmadan son duruşmaya kadar tıklım tıklımdı. Dolayısıyla kamuoyu oluşturduğumuzda, bizler davayı takip edip müdahil olduğumuzda mahkeme heyetinin dosyayı daha dikkatli ele aldıklarını düşünüyoruz. Aslında şunu biliyorlar, mahkeme salonunda çıkacak kadınların en ufak sesi, itirazı önemli.  Mahkemelerde iki türlü karar çıkıyor. Ya toplumda kadın cinayetlerinin, kadına yönelik şiddetin durmasına yönelik caydırıcı bir ceza ya da bunun tersine bunun önünü açacak karar çıkıyor.  Mahkeme salonlarındaki sanık avukatları da, mahkeme heyeti de bunun gayet farkında. Zaten davada müdahillik talebinde bulunurken bunu dile getiriyoruz, buradan çıkacak bir karar Türkiye’nin başka yerinde diğer kadınların hayatını etkileyecek diyoruz”.

DURUŞMADA OLMAMIZ ÇOK ÖNEMLİ 

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun duruşmaları takip etmesinin çok önemli olduğunu da belirten Hilal Susuz, kadın cinayetlerinin düştüğü tek yılın İstanbul Sözleşmesi’nin imzalandığı yıl olduğunun altını çiziyor. Platform olarak duruşmalarda yer almalarının çok önemli olduğunu ifade eden Susuz, şöyle devam etti:

“Eskiye oranla, kravat taktı, iyi halden indirim verelim ya da uydurulan aldatma hikayelerine kanalım diyen heyet artık pek yok. Ama heyetine göre de değişiyor. Davalara gide gide heyetleri biliyoruz artık, bir karar çıktı mesela bu davaya şu ağır ceza baksa bizim istediğimiz gibi bir kararla sonuçlanacaktı, ama bu heyet indirim verdi diyoruz. Aslında bunun olmaması lazım. O heyetin uzun saatler çalışmasından karnının acıkmasına ya da dünya görüşü ne kadar bir sürü faktör var ve buna göre değişkenlik gösteriyor. O yüzden bizim mahkeme salonlarında olmamız kesinlikle çok önemli.

Platformun ilk kurulduğu dönem, aile bakanlığına sürekli ülkede kadın cinayeti verilerini soruyorduk. Bakanlığın cevabı “bizim öyle bir verimiz yok” oluyordu. Onu bırakın, bakanlık kadın cinayeti olduğunu bile kabul etmiyordu. Bu tanımı 2 senedir kullanıyorlar. Bu yüzden biz kendimiz rapor tutmaya başladık. Daha sonra da dijital “anıt sayaç”ı oluşturduk. Her ay düzenli olarak kadın cinayeti raporlarını hazırlayıp paylaşıyoruz.  İçişleri Bakanlığının ise bizden çok daha az verisi var. Pandemi döneminde elinde sınırsız imkanları olan koskoca İçişleri Bakanlığı nasıl olur da bizden daha az sayıda kadın cinayeti var der. Biz kadınların nerede öldürüldüğünü söylüyoruz, ismini, ne şekilde öldürüldüğünü söylüyoruz ama bakanlıkta bu bilgi yok. Bizde nasıl oluyor? Biz herkesin gönüllü çalıştığı, mücadele ettiği kadınlardan oluşan bir örgütüz.

10 senedir rapor tutuyoruz ve kadın cinayetleri sayısının düştüğü tek bir yıl var.  O da İstanbul Sözleşmesi'nin imzalandığı yıl. O sene şunu çok net yaşadık, bütün politikacılar “kadın cinayetlerine hayır, bu cinayetleri durduracağız” söylemlerini kullandı. O zaman demek ki bu ülkeyi yönetenlerin, devletin başındaki kişilerin, siyasetçilerin cinsiyetçi politikaları, kadın karşıtı söylemleri bir tarafa bırakmalarının topluma çok büyük etkisi oluyor. Devletin kadın cinayetlerini durdurmak için toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik ciddi adımları atması lazım. Önce söylemlerinden başlayıp ardından kararlı olduğunu göstermesi lazım.

Son olarak mücadele çağrısı yapalım. Biz biliyoruz ki kadınların yaşadığı sorunlar bireysel değil toplumsal bir mesele. kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri de ancak toplumsal bir mücadele ile kadın mücadelesi ile üstesinden gelinebilecek bir konu. o yüzden Türk kadınları bizimle birlikte mücadeleye çağırıyoruz ve hiçbir kadın asla yalnız yürümeyecek diyoruz. Adalet mücadelesinde de hiçbir aile yalnız değil, biz varız”.