Haber/ Röportaj: Sercan Engerek

Necip Celal Andel müzik tarihinde tangoları ile yer etmiş bir besteci. Hatta eserleri adının önüne geçecek kadar tanındı. Kim bilmez ki “Mazi kalbimde bir yaradır” ya da “Kemanımla ona bir ses verebilseydim eğer” tangolarını?.. Bestelediği 11 tango ile Türkiye’de bu türün öncüsü oldu Andel. 20’li yaşlarında görme yetisini kaybetmesine rağmen o akordiyonuyla çalar, öğrencisi yazarmış.

1908 yılında İstanbul’da doğan Andel, Tanzimat ile siyaset, hukuk, eğitim, kültür alanlarında başlayan değişimi müzik sanatında doğru bir zemine kaydırdı. Bir yandan Doğu çalgısı kanunu ve udu; öbür yandan Batı’da ortaya çıkan keman, piyano ve mandolin gibi enstrümanları öğrendi, armoni dersleri aldı. Batı müziği formuyla yazdığı eserlerinde ise geleneksel müzik motiflerini kullandı. Tangolarının yanı sıra konçertolar, keman sonatları, liedler besteledi. Yehudi Menuhin, David Oistrakh, Fritz Kreisler gibi devrin ünlü keman virtüözleriyle tanıştı; “Türk Beşleri” olarak anılan bestecilerden Cemal Reşit Rey ve şair Yahya Kemal Beyatlı ile dostluk etti.

Keman sanatçısı Cihat Aşkın, Andel’in çok sesli müzik alanındaki üretiminin değerlendirilmesi için uzun yıllar uğraş verdi. Ekim ayında Kalan Müzik tarafından dijital müzik platformlarında ve CD olarak yayımlanan albümde, Burak Tüzün yönetimindeki Anadolu Senfoni Orkestrası eşliğinde Aşkın, Keman Konçertosu’nu, Rahşan Apay ise Viyolonsel Konçertosu’nu seslendirdi.

Aşkın ile albümün hazırlık sürecini, ülkedeki kültür-sanat iklimini konuştuk.

Necip Celal Andel’in kayda alınarak CD haline getirilen viyolonsel ve keman konçertoIarı ilk olarak 2009’da bir konserde çalındı. Yıllar sonra ortaya çıkan eserleri albüm hâline getirdiniz. Siz ne zaman ve nasıl keşfettiniz bu eserleri?

Biraz uzun bir hikâye. O yüzden geçmişe döneceğim. 1995 yılında eşim Nisan Özdoğan ile tanıştığımızda bana besteci Necip Celal Andel’in büyük dayısı olduğunu söyledi. Güzel bir tesadüftü bu. Daha sonra İngiltere’den Türkiye’ye dönünce eşim Nisan’ın babaannesi Prof. Belkıs Özdoğan’ı Sultanahmet’teki evinde ziyarete gittim. Devam eden ziyaretlerde Belkıs Hanım ağabeyi Andel’den bahsederdi, hâtıraları yad ederdik. Sonra eşim Nisan bir gün bazı notalar getirdi. Dedi ki, “Bu notalar Andel’in vefat ettiği 1957 yılından sonra sandıkta saklandı. Babaannem tarafından çok iyi bir şekilde muhafaza edildi. Bu notalar içinde keman ve viyolonsel konçertoları var.” Olağanüstü müzikolojik değerdeki belgeler tabiî çok ilgimi çekti. Hemen Keman Konçertosu’nun ikinci bölümünü programa koydum ve bir resitalimde seslendirdim.

Sandıktan başka eserler de çıktı mı?

Keman ve viyolonsel konçertoları dışında bir de bitmemiş bir obua konçertosu, keman-piyano sonatı, keman için etütleri ve 1940’lı yıllarda yazdığı Fenerbahçe Marşı var bestecinin. Gelecekte o eserleri de gün yüzüne çıkarmayı hedefliyoruz.

İki eser ortaya çıktı ama üzerinde ciddi bir emeğinizin olduğunu biliyorum. İki konçertonun da sanırım yeniden orkestrasyonu yapılmış. Başka hangi müzisyenlerle işbirliği yaptınız?

Konçertoların sadece keman ve piyano partileri yazılmış. İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan besteci arkadaşlarımız Tolga Zafer Özdemir ve Tolga Gülen eserlerin orkestra partilerinin yazdı. Solo ve piyano orijinalliği bozulmasın diye bestecinin yazdığı armonilere hiç dokunulmadı. Sadece var olan piyano partisindeki seslerin farklı enstrümanlara dağıtılması sağlandı. Ben de zaman zaman çalışmaları takip ettim. Orkestra partisyonu çıktıktan sonra 2009 yılında şef Burak Tüzün yönetimindeki Anadolu Senfoni Orkestrası’nın eşliğinde çellist Rahşan Apay ile bu konçertoları seslendirdik.

Albüm fikri nasıl oluştu?

Konserde çalmadan önce zaten bu eserleri aynı orkestrayla stüdyoda kaydetmiştik. Bir süre sonra yayına hazırlayalım istedik bu kayıtları. Eserlerin hak sahibi Andel ailesi tabiî. Aile dünyanın her tarafına yayılmış durumda. Türkiye dışında Avusturya, İspanya gibi ülkelerde yaşıyorlar. Aileyi bir araya toplayarak izin alma süreci bizi oldukça zorladı. Neticede eserlerin Kalan Müzik tarafından albüm olarak yayınlanmasını Andel ailesi de uygun gördü. Kayıtlar temizlendi ve her şey hazır derken pandemi başladı. Araya yine zaman girdi fakat Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık bu albümün çıkmasının kendisi için artık bir gurur meselesi olduğunu söyledi. Böyle zor bir zamanda da dinleyiciyle buluşmuş oldu albüm.

Tangoları bestecinin adının önüne geçecek kadar kulaklarda yer ediyor. Andel, makamsal müzik ile çok sesli müziği birleştiren bir besteci aynı zamanda. Müzik tarihi açısından Andel’in önemi nedir?

Andel ilk Türk tangosunun bestekârı olarak tanınmış, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” ile meselâ. 1928 yılında bestelemiş bu tangoyu. 1932’de de Seyyan (Oskay) Hanım tarafından plağa okunmuş. Türkçe sözlü ilk tango özelliği taşıyor. Hem “Mazi” hem de “Özleyiş”, “Ayrılık” tangoları o tarihten beri radyoda sık sık çalınarak günümüze kadar gelmiş. Besteci böyle anılır olmuş. Fakat tabiî Andel’in 1957 yılında ölümü ve savaş yıllarında diğer çalışmalarına çok yer verilmemesi klasik eserlerini geride bırakmış. Andel’in o güzel tango melodilerini yaratması önemlidir ama tango dışında klasik bir besteci olarak tescillenmesi de önemliydi bizim için. Çünkü bu eserlerle daha bir bütünlük kazanıyor besteci.

Andel, Viyolonsel Konçertosu’nu dönemin ünlü çellisti Gaspar Cassadó’ya ithaf ediyor değil mi?

Andel, Cemal Reşit Rey, Yahya Kemal gibi isimlerin yakın arkadaşı. İstanbul’un sanat camiası içinde de Andel’in hatırı büyük. O zamanlar Türkiye’ye sık sık devrin önemli sanatçıları geliyor. Çek keman virtüözü Vasa Příhoda, çellist Gaspar Cassado bunlardan bazıları. Dolayısıyla Keman Konçertosu’nu Příhoda’ya, Viyolonsel Konçertosu’nu da Cassado’ya ithaf ediyor. Cassado notayı mutlak almıştır ama çalıp çalmadığını bilmiyoruz. Yani Andel, zamanın ünlü kişilikleriyle ilişki içinde bulunan çok yönlü sosyal bir insan.

Andel görme engelli bir besteci. Eserlerini nasıl dikte ettiğine dair bir malûmatınız var mı?

Notalarını Aydın Esen isimli öğrencisi yazıyor. Ama bu kişinin caz piyanisti Aydın Esen ile bir ilgisi yok. Andel, piyanosu veya akordiyonuyla çalar, Aydın Bey de bunları notaya geçirirmiş. Notaların bu şekilde yazılı kaydı yapılmış. Şunu da söylemeliyim: Andel’in görme engeli olması hayatını zorlaştırsa bile o hiç hayata küsmemiş. Bilakis, dışa açılmış ve daima İstanbul sanat hayatının içinde olmuş. Ve çokça takdir edilmiş.

Türkiye’de akademik müzik eğitimine bakıldığında konservatuvarların ikiye ayrıldığını görüyoruz. Çok sesli Batı Müziği eğitimi veren konservatuvarlar ile sizin bir dönem başında olduğunuz Türk Müziği eğitimi veren İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı gibi kurumlar var. Müziğin gelişimini değerlendirecek olursanız bu ikilik veya ayrılık nereden geliyor?

Türkiye’de çok önemli konservatuvarlar açıldı fakat zaman içinde bir yozlaşma ortaya çıktı. Yaratıcılıktan, üretimden, özgünlükten uzaklaşarak birbirlerini taklit etmeye başladılar. Meselâ okullarımızda tango türünü öğretici bir bölüm hiç düşünülmemiş. Oysa Türkiye’de bestelenen tango eserleri dünya tangosu için çok önemli. Ya da uzun bir süre caz müziğinden kaçılıyor konservatuvarlarda. Onu bırakın 20. yüzyıl müziği bile öğretilmiyor: Yıllarca Prokofiev’i, Şostakoviç’i, Bartok’u müfredata koyamadık. 18 ve 19. yüzyılın tipik kopyaları oldu ülkemizdeki uygulamalar. Bu da kifayetsiz yöneticiler, öğretmenler tarafından gerçekleştirildi maalesef. Hâlbuki Türkiye’deki cazcılar dünya çapında müzisyenler bugün. Sadece Bach, Mozart, Beethoven öğreterek müziğin bütününü kapsayamıyorsunuz. Çünkü geçmişte yozlaşmayla birlikte ortaya çıkan rahatsızlıklar konservatuvarları Batı Müziği ve Türk Müziği diye ikiye ayırmış. Hattâ Türk Müziği kendi içinde bile Halk Müziği ve Sanat Müziği diye ayrılmış. Bugün tabiî Türkiye sosyo-kültürel açıdan da ikiye ayrılmış durumda. Gerek siyasal gerek ekonomik bölünmeler dışında müzikte de alaturka-alafranga bölünmesinin yansıması biraz da buradan.

Siz yıllardır bu ikili yapı ile mücadele ediyorsunuz. Kültürel anlamda konuyu biraz daha açar mısınız?

Etiketlerle bölünmüş kafalarımız bizi sürekli yanlış algılara götürüyor. Hâlbuki bütün etiketleri kaldırarak sanatı, müziği bir bütün olarak düşünürsek istediğimiz kaynağa sahip olarak elimizdeki malzemeyi işlemek mümkün olabilir. Onun için Türkiye’deki konservatuvarların da bölünmesi kesinlikle yanlıştır. Bir bakıma müzik de kültürün bir sonucu. Bütün konservatuvarlarda makam ve usullerin de öğretilmesi gerekiyor. Anadolu’da yetişen Aşık Veysel gibi ozanlarımız, Dede Efendi gibi bestekârlarımız var örneğin. Konservatuvarlarımızda buradaki müziği öğretemedikten sonra neyi öğreteceğiz? İşin özü itibariyle konservatuvarda her türlü müzik öğretilmelidir.

Nasıl bir kültür-sanat politikası uygulanmalı?

Hem Doğu hem de Batı medeniyeti Anadolu toprakları üzerinde kurulmuş. Mezopotamya medeniyetine baktığımız zaman doğum yeri burası. Helenik uygarlığa baktığımız zaman gene doğum yeri burası. Frigler, Hititler, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve T.C. Anadolu yüzyıllar boyunca bir geçiş noktası olmuş. Değirmen gibi öğütmüş uygarlıkları. Dolayısıyla biz bunların ayrılıkları üzerine değil birleşmeleri üzerine yoğunlaşmamız gerekir. Yani elimizde kullanmamız gereken çok iyi bir kültürel/ sanatsal temel var. Bir Göbeklitepe kültü var. Dünyanın en eski yerleşim merkezi. Eğer burayı biz dünyaya duyuramıyorsak bu yine bizim ayıbımız. Kültür ve Turizm Bakanlığı sadece belli zümrelerin, belli kimselerin hakimiyetinde olmamalı. Ama Türkiye’de iktidarından muhalefetine kurumlarda hep belli zümrelerin hükmü geçiyor. Kim kimin yakınıysa, ahbabıysa çalışmaları onlar yapıyor. Liyakat esas alınmıyor. Bu zihniyet Türkiye için çok kötü sonuçlar doğuruyor. Yanlışın bir yerinden dönülerek liyakat ve genele yayılan bir kültür-sanat politikası uygulanması lazım.