Bir gazeteci öldü bugün...

60'ında...

Sessizce...

50 yıldır tanıdığım bir emektar...

Çocukluk arkadaşım...

Can arkadaşım...

Aynı mahallede büyüdük...

Aynı okula gittik..

Aynı şehri sevdik...

Matbuat denen çilehanenin adsız dervişi...

Hürriyet ve Yeni Asır'da yanyana çalıştık...

Yeri geldi kızıştık, yeri geldi kapıştık!..

Yeri geldi gülüştük...

Bilmeyen bilmez...

Gazeteciliğin fıtratında vardır kavga...

Ama bu kavgaların hiç biri şahsi değildir...

Haber için birbirimize gireriz...

En iyi sayfaları yapmak için uçuşur küfürler havada!..

Ve hatta; ister inanın ister inanmayın, tekmeler yumruklar!..

Ama kimse kimseye kin duymaz...

Üç gün sonra sarılır barışırız yeniden...

Toplaşırız bir mekânda...

Açarız rakıları...

Götürürüz balıkları, salataları...

Beş gün sonraya da, başka bir kavga için rezervasyon yaptırırız...

Böyle manyakça hareketleri bankacılıkta göremezsiniz meselâ...

Ya da mimarlar, doktorlar, mühendisler arasında...

Münferit olaylar olabilir tabii!..

Ama bizdeki gibi "geleneksel" değildir bu işler...

Dedim ya! Hergün kapışırız biz...

Haber için, sizin için...

Lâkin ne acıdır ki; bütün bu çırpınmalarımız beyhudedir...

Çünkü...

Dünyanın en nankör mesleğini yaparız...

Asla hata kaldırmaz...

En ufak bir dalgınlık, en basit bir gaf kafamızı koparır atar...

Birgün önce bizi göklere çıkaran yöneticiler, ertesi gün cami avlusuna bırakıverir, istenmeyen çocuklar gibi...

Cumartesisi, pazarı, bayramı, seyranı yoktur gazetecinin...

Öyle sabah dokuz, akşam beş gibi fantastik mesai saatleri de olmaz bizde...

An gelir karımızın, sevgilimizin koynundan kalkıp gideriz, gün gelir masa sandalye üzerinde yatarız...

Bu yaşam tarzı, "köşe"lere kapağı atan ağır abilerimiz ve ablalarımız için geçerli değildir tabii ki...

O "köşeler" gazeteciliğin Capocabana plajı, Santorini'sidir...

Yani oralara kuruldun mu, hergün fiesta yaparsın...

Ha, oralara dişiyle tırnağıyla çabalayıp, alnının teriyle gelenler de var, Roma dondurmacısı küllahı takarak gelenlerde...

Zaten o küllahlılar da, köşe yazarı değil, "köşe yaları"dır...

Neyse...

Biz yine gazeteciliğin "mutfağına" inelim...

Yani editörlerin, sayfa yapımcılarının çilehanesine!..

Biz oraya "mutfak" deriz..

Orda hazırlarız sizlere sunacağımız haberleri...

O mutfakta pişer haberler, kelimeler, manşetler..

İşte o mutfaktaki adamlar sessiz ölür...

Parmaklarının ucuna basa basa giderler, gürültü yapmadan...

Şatafatlı olmaz cenazeleri...

Koşup gelmez, Devlet-i Erkan ya da arpası bol insan onları uğurlamaya...

Usuldendir arkalarından dizilen methiyeler, vıcık vıcık teraneler...

Sevmez kimsecikler bizim gibi adamları...

Çok can yakıp, çok hortum kesmişizdir çünkü...

Attığımız manşetlerle, yaptığımız sayfalarla...

Bakmayın siz öyle "Duayendi, dürüst kalemdi, on numara beş yıldızlı" gibi palavralara...

İçten içe sırıtır kurnaz tilkiler...

"Öldü de rahat ettik" der; yağlı göbekler...

Gerçek gazeteci fakir ölür...

Bırakmaz öyle ardında paralar, pullar yalılar, katlar...

Üstünde bolca mürekkep...

Cebinde bir kurşun kalem...

Ve içinde üç beş dal kalmış dandik bir sigara paketi...

Bir de ufak tefek borç takar; ona, buna, şuna, Trakyalı bakkal Hasan'a...

Gazeteci masada ölür...

Eğer hedef olmazsa kahpe bir kurşuna...

Düşer başı, uyur gibi masaya...

Önünde şekersiz kötü bir kahve...

Boynunda taksitleri bitmemiş emanet bir makine...

Gazeteci ani ölür...

Ağlar arkasından yarım kalmış röportajlar...

Boynunu büker atılmamış manşetler, açılmamış spotlar...

Burnunu çeker, bomba haberler...

Gazeteci genç ölür!..

Siz deyin elli, ben deyim on bin yüz seksen...

Şimdi kızıp, soracaksınız:

"Bunun neresi erken?.."

Kızmayın beyler!..

Yaşlı olan beden...

Ölmez; onun yazdığı ne tek sütun haberler, ne de attığı dokuz sütun manşetler...

Ya da çektiği enteresan kareler...

Zaten ölmüşse eğer bütün bunlar...

Korkmayın!..

Ölen gazeteci değildir...

Ölen bizden değildir...

Güle güle dostum...

Güle güle toprak sahada top koşturdugum çocukluk arkadaşım...

Kibar adam...

Nazik adam...

Güle güle büyük centilmen...

Güle güle NEJAT BEKMEN...