
Tarihimizin Kahraman Tayyarecisi, 16 Temmuz 1969’da yitirdiğimiz Vecihi Hürkuş’u yıllar sonra gıyabında son derece yakından tanıdım. Onu bana şimdi artık sonsuz uykusu içerisinde olan, Eski Türkçe kaleme aldığı anılarını Türkçeye çeviren arkadaşım Nilgün Özdemir tanıtmıştı. Vecihi Bey’in Kafkas Cephesi kahramanlığını, 9 Eylül 1922 günü İzmir’den kaçmak zorunda kalan Yunan’dan, o yıllarki adı Seydişehir Hava Meydanı olan havaalanını kendi yaptığı uçakla (Evet, Vecihi Bey'in pek çok uçak yaparak havalandırmış olması ayrı bir yazı konusudur) tek başına teslim alışını, savaşlardan sonra günün birinde sivil yaşamı içerisindeyken, Uluslararası İzmir Fuarı’nın unutulmaz Manolya Gazinosu’nda sahneye çıkan Zeki Müren’in yine bir fuar döneminde İzmir’e gelişinde uçağıyla kendisini karşılamasını not defterimin özel sayfalarına özellikle ayrıntılarıyla yazdım. Şimdi bu üç ayrı olayı özetleyerek sizlerle paylaşmak ve Vecihi Hürkuş’u saygıyla anmak istiyorum.

KAFKAS CEPHESİ’NDE İLK
Genç yaşında dul kalan annesinin çabalarının yanı sıra amcalar, yengeler, halalar, enişteler, ağabey ve ablalar arasında büyüyen Vecihi Bey (d. 18 Ocak 1896, İstanbul), zanaata olan ilgisi dolayısıyla Tophane Sanat Okulu’nu bitirir. 1912’de, Balkan Harbi’ne eniştesi Kurmay Albay Kemal Bey’in yanında gönüllü katılır. Tayyareci olmayı çok istediğinden makinist mektebine girer. Mezuniyetinin ardından makinist olarak Birinci Dünya Savaşı’nda Bağdat Cephesi’ne gönderilir.
1916 yılında uçak kazası sonucu yaralanınca İstanbul’a döner ve dönüşünde Yeşilköy’deki Tayyare Mektebi’ne girerek tayyareci olur. Pilot olarak ilk uçuşunu 21 Mayıs 1916 tarihinde yapar, 15 Kasım 1916’da da tayyarecilik öğrenimini bitirerek pilot diplomasını alır.
Vecihi Bey’i, 1917 sonbaharında Kafkas Cephesi’nde, 7. Tayyare Bölüğü’ne atanmış olarak görürüz. Kafkas çarpışmaları sırasında bir Rus uçağını düşürerek Kafkas Cephesi’nde uçak düşüren ilk tayyareci olur. Cephede Rusları öylesine yıldırmıştır ki, kendisine düşmanları tarafından, “Kara Tehlike” adı takılır. 8 Ekim 1917 günü bir hava savaşında yaralanarak düştüğünde Ruslara ait hastanede yattığı odada üniformalı üç Rus subayı kendisini ziyarete gelir. Subaylar, yatağında yaralı yatmakta olan Vecihi Beyin karşısında ceketlerinin önünü iliklerlerken kendilerini şöyle tanıtırlar:
-Efendim, biz sizin uçağınızı düşüren askerleriz. Kahramanlığınızın tanığı olarak size saygılarımızı sunmak için huzurunuzdayız!”
İşte bu anın bir kare de fotoğrafı vardır ki, insana böylesine yaşanmışlık tiz bir çığlık attırır. O nedenle not defterimde bu olayın ayrıntıları yazılı durur.
SEYDİŞEHİR UNUTULMAZ
Vecihi Bey’in her biri başlı başına olay yaşadıklarından not defterime not olarak aktardığım ikinci konu, 14 Eylül 1922’de, Yunan’ın İzmir’den kaçışı sırasında, kendi yaptığı uçak ile Seydişehir Hava Meydanı’nı tek başına teslim almasıdır, ki İzmir’in bu olayı bugüne değin ıskalamış olmasına hâlâ müthiş içerlerim.
Olay şudur:
Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu yapan, kahramanlıkları nedeniyle TBMM’den üç defa takdirname alan, kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası sahibi Vecihi Hürkuş, kendisinin dışında iki uçağın da katılmasıyla, 9 Eylül 1922’de İzmir’den kaçan Yunan askerinden Seydişehir (sonraki adı Cumaovası, şimdiki adı Adnan Menderes) Hava Alanı’nı teslim almakla görevlendirilir. Ancak iki uçak arıza nedeniyle havalanamayınca Vecihi Bey tek başına uçuşa geçer ve Seydişehir Hava Meydanı’na iniş yapar. Bu satırların yazarı olarak İzmir’in bu önemli gününün anımsanması adına bir proğram önerdiysem de bugüne değin bunun yerine getirilmemiş olmasının üzüntüsünü yoğun yaşarım.
Vecihi Bey, anılarında bu olayı şöyle aktarır:
“Nihayet siyah dumanlarla örtülmüş güzel İzmir’i ilk gördüğüm gündü. Birkaç yüz metreye kadar yükselen alev ve dumanların etrafında dolaşırken hayli tehlikeler de atlatmıştım. Bu yangın, şimşek gibi Akdeniz kıyılarına atlayan kahraman Türk’ün çırağından sıçrayan bir kıvılcım izi idi.
Yurdun her noktasında göze çarpan düşman hezimetini burada daha bariz görmek mümkündü. Yükleme iskeleleri ve şehir rıhtımı düşman gemileriyle veya koca liman, doldurulup da kaçırılamayan gemilerle dolmuştu. Garlar, rıhtım dokları ve rıhtımla gemiler arası, üzerleri insan ve eşya dolu vagon ve dubalarla örülmüştü. Havadan ve çok alçak irtifadan iyice gördüğüm bu manzara, Büyük Türk zaferinin ifadesi idi.
Şehrin heyeti umumiyesini gezdikten sonra yeni karargâhımıza dönmüştüm. Altımdaki tayyarem bir av tayyaresi idi. Ne havada, ne yerde hiçbir düşmana tesadüf etmediğim için tüfeklerim de dolu, olduğu gibi duruyordu. Bu vaziyette Seydiköy tayyare karargâhına yaklaşıyordum.

Bu meydan üzerinde geniş turlar yaparak tayyarelerin vaziyetlerini tetkik etmeye başladım. Nihayet ne bu tayyarelerde ve ne de başkaca bir hareket göremeyince daha alçak irtifalarda ve daha sonra da zemine sürünürcesine uçarak tayyareleri ve mevcut hangarları ve herhangi bir noktada gizlenmesi muhtemel olan eşhası ve yerleri iyice aradıktan sonra zemine indim. Fakat bu defa da yine tam bir itimada sahip olmaksızın ihtiyatı elden bırakmayarak makinemi durdurmadan, tekrar yerde etrafı araştırmakla meşgul oldum. En küçük bir tehlike karşısında derhal havalanmak için.
Evet, kim olsa bu titizliğimden daha fazla soğukkanlı olamazdı. Çünkü bu kadar çok ve hemen hepsi de faal bir halde tayyareleri Yunan tayyarecileri ne diye bırakmış olabilirlerdi? İzmir ile Sakız arası kısacık bir mesafe ve tayyare için nihayet yarım saatlik bir uçuş yolundan ibaret, hatta en tecrübesiz bir pilot için küçük bir uçuş addedilecek derecede basit bir uçuştu. Fakat bütün bu hakikatlere rağmen maneviyatı tamamen ölmüş bir ordunun havacıları bile ordumuzun yıldırım zaferinden o kadar şaşırmışlardı ki, en emin kaçmak vasıtası olan tayyareleri dahi uçurmaya zaman bulamamış, çılgınca ve perişan bir halde vücutlarını deniz kenarına atarak sandallarla kaçmak yoluna düşmüşlerdi. İşte bu büyük zaferin havacılık ganimetlerini ilk defa ben görüyordum ve her tayyareyi ayrı ayrı severek büyük bir sevinçle okşuyordum.”
ZEKİ MÜREN KANATLARDA

1950’lerden başlayarak İzmir Uluslararası Fuarı’nın birbirinden değerli sanatçılarını ağırlayan gazinoları pek ünlüdür. Adını Zeki Müren’in koyduğu, 9 Eylül Kapısı girişindeki Manolya Gazinosu ise bir başka ünlüdür. “Paşa” olarak adlandırılan Sanatçının İzmir’e gelişi ise o tarihlerde başlı başına bir olaydır. Bir defasında havayoluyla gelir sanatçı. 1966 yılıdır. 23 Ağustos 1966. O yıllar adı Seydiköy değil artık Cumaovası olan havaalanına iner. İndiğinde havaalanında dönemin Adalet Bakanı Hasan Dinçer, Ticaret Bakanı Macit Zeren, Tarım Bakanı Bahri Dağdaş, kendisine, “hoş geldiniz” derler. Bakanların dışında çoğunluğunu kadınların oluşturduğu kalabalık hayran kitlesi de yüzden fazla çiçek buketi vererek sevgi gösterisinde bulunur. O sırada tepelerinde pervaneli bir uçak belirmiştir. Uçağın bir kanadındaki bez pankartta Zeki, diğer kanadındakinde de Müren yazmaktadır. Pilot, büyük bir beceriyle sanatçının üzerinde tur atmaya başlar ama şiddetli rüzgâr, aşağıdaki foto muhabirlerinin uçakla sanatçıyı aynı karede görüntülemelerine izin vermemektedir. Durumun farkında olan Zeki Müren, sanki duyacakmış gibi pilota seslenerek, “Biraz sağa lütfen!” tümcesiyle ona yön vermeye çalışsa da bunda başarılı olamayacaktır. Sonuçta deniz kenarının rüzgârsız olduğu haberinin gelmesi üzerine, Güzelyalı’daki Mehmet Ali Restoran’ın orada buluşma kararı alınır. Sanatçı ve gazeteciler arabalara koşturarak Mehmet Ali Restoran’a yollanırlar. Pilot da o ara tek motorlu uçağını sözleşilen yere doğru yönlendirmiştir. Zeki Müren, gazinonun arkasındaki denize uzanan terasta bekler, pilot becerisini gösterir, alçalır ve başarıyla görüntüye girer. Gazeteciler, istedikleri gibi fotoğraflarını çekerler. Sanat Güneş’i derin bir soluk alır.
İşte kanatlarında, “Zeki Müren” yazılı reklam uçağıyla sanatçıyı İzmir’e getiren THY uçağına Gaziemir semalarında bir süre eşlik eden, Güzelyalı sahilinde foto muhabirlerinin görüntülerine Müren ile birlikte havadaki uçağıyla giren pilot Vecihi Hürkuş’un ta kendisidir.
Sırasıyla Balkan, 1. Dünya ve Kurtuluş Savaşları sırasında çarpışan, Seydiköyümüzdeki hava meydanımıza, düşmana rağmen tek başına uçağıyla inen kahramanımızı anımsamak sizce hoş olmadı mı?