Röportaj/ Sinan KESKİN

Türkiye, uzun yıllardan bu yana ithalata dayalı bir tarım politikası uyguluyor. Enflasyonun temel nedeni tarım ürünleriymiş gibi üretici fiyatları baskı altında tutuluyor, dışa bağımlı olduğumuz girdi fiyatları artmaya devam ediyor. Kâr etmek bir yana zarar etmeye başlayan üreticiler üretimden vazgeçmek zorunda kalıyor. Bu süreçte iyi denetlenmemiş ve planlanmamış pek çok tarımsal yatırıma hibeler ve düşük faizli krediler ile hatalı kaynak aktarımları yapılıyor. Bu yatırımların bir kısmı tamamlanamazken bir kısmı da beklenen verimliliği sağlayamıyor.

'Kendi kendine yeten bir ülkeden', topraktan, üretimden uzaklaşan bir topluma dönüştük. Anavatanı bu topraklar olan ürünleri bile ithal eder hale geldik. Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi İpek Topuzoğlu ile Türkiye'de tarımın geldiği noktayı ve çözüm yollarını konuştuk.

Türkiye'de çiftçi/üretici/köylü gerçek anlamda destekleniyor mu?

Aslında sorunun içinde üzerinde durulması gereken iki ana nokta var. Hepimiz artık üretici ve köylü kavramlarını ayrı ayrı vurgulamak durumunda kalıyoruz. Bu aslında kırsalda yaşayan ve tarımsal üretimi gerçekleştirerek 'çiftçi' olmasını beklediğimiz insanların tarımsal üretimden ne kadar uzaklaştığını ve onlardan boşalan 'üretici'lik tanımının içini doldurmaya başlayan sermayedarların bizler için ne kadar olağan hale geldiğini göstermektedir. Bu nedenle en az desteklemeler kadar yararlanıcıların da irdelenmesi gerekmektedir. Dünya ülkelerinin hemen tümü tarım alanına kamusal müdahalede bulunmakta ve sektörü çeşitli biçimlerde desteklemektedir. Tüm bu değişik destekleme modellerinin amacı; tarımsal üretimin sürekliliğini sağlayarak ülkenin gıda güvenliğini korumak, tarım üreticilerinin ve tüketicilerinin yaşam kalitelerini yükseltmek, kırsal bölgelerde genel refahı artırmak, örgütlülüğü güçlendirmek, işletmelerin kısmi finansman ihtiyacını karşılamak, sektör üretiminin ulusal ekonomiye katkı koymasını temin ederken dış ticarette rekabet üstünlüğü elde etmesini sağlamaktır. Dolayısıyla desteklemeler çiftçilere yapılan hibeler veya para transferleri değil; yukarıda sıralanan makro hedeflere ulaşılabilmesi adına kullanılan politika araçlarıdır. Bu çerçevede ülkemizin genel ekonomik koşullarının baskısını da dikkate alarak tarım sektörünün ve dolayısı ile üreticilerin içinde bulunduğu durumu birlikte değerlendirdiğimizde, desteklemelerin yukarıda belirttiğimiz amaçlara sağlıklı olarak hizmet ettiğini söylemek mümkün değildir.

Destek mi köstek mi?

Tarım politikamız destek mi oluyor köstek mi?

Bu değerlendirmeyi yapabilmemiz için öncelikle tarım politikamızın ne olduğunu belirlememiz gerekmektedir. Sadece 5 yıl kadar geriye bakalım, o zamanki adı ile Tarım ve Gıda Bakanlığı tarafından 2016 yılında 2018 – 2022 Stratejik Planı hazırlanmıştır. Söz konusu planın üzerinden çok geçmeden 2018 yılında bakanlığın hem teşkilat yapısı hem de adı değiştirilerek Tarım ve Orman Bakanlığı kurulmuştur. Yeni bakanlık 2019 – 2023 Stratejik Planı'nı hazırlamıştır. Son olarak 2019 yılında bir Tarım Şurası toplanmış ve tarım politikalarımızı anlatan bir sonuç bildirgesi yayınlanmıştır. Genel olarak her platformda aynı hedeflerden bahsedildiği görülmekle birlikte ne yazık ki bu hedeflerin kâğıt üzerinde kaldığı bir gerçektir. Çok basit iki örnekle açıklamaya çalışalım.

2017 yılında başlatılan Havza Bazlı Destekleme Modeli kapsamında, ülkemizde arz açığı bulunan, stratejik öneme haiz, bölgesel önem arz eden, insan beslenmesi - sağlığı ve hayvansal üretim açısından önemli 21 üründe alan bazlı destekleme yapılması amaçlanmış, bu yolla üretim planlaması yapılacağı vurgulanarak ciddi emek ve para harcanarak havzalar ve ürünler belirlenmiştir. Bu ürünlerin içinde buğday, mısır, soya, pamuk ve mercimek gibi temel ürünler bulunmaktadır. Aradan geçen sürede söz konusu ürünlerde uygulanan prim ödemeleri üretimi özendirerek arzı artırmak bir yana ithalat oranlarında düşüşü dahi sağlayamamıştır.

25 Nisan 2006 tarihinde yürürlüğe giren Tarım Kanunu; destekleme ödemelerinin çerçevesini çizmektedir. Tarımsal desteklemelerin finansmanını düzenleyen 21. Maddeye göre; bütçeden ayrılacak kaynak, gayrisafi millî hasılanın yüzde birinden az olamaz. Geçtiğimiz 10 yıllık dönemde (2009 – 2019) desteklemeler için ayrılan bütçe hiçbir zaman yüzde 1 oranını görememiş ancak yüzde 0.4 – 0.5 seviyelerinde kalmıştır. 2020 yılında 22 milyar TL olan destekleme bütçesinin ise 2021 yılında artırılmayacağı açıklanmıştır. Artan üretim maliyetlerini dikkate aldığımızda desteklemelerin reel anlamda azaltıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Geçmiş yıllardaki uygulamalara baktığımızda Türkiye, uzun yıllardan bu yana ithalata dayalı bir tarım politikası uygulamıştır. Enflasyonun temel nedeni tarım ürünleriymiş gibi üretici fiyatları baskı altında tutulmuştur. Bu süreçte dışa bağımlı olduğumuz girdi fiyatları artmaya devam etmiştir. Kâr etmek bir yana zarar etmeye başlayan üreticiler üretimden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte iyi denetlenmemiş ve planlanmamış pek çok tarımsal yatırıma hibeler ve düşük faizli krediler ile hatalı kaynak aktarımları yapılmıştır. Bu yatırımların bir kısmı tamamlanamazken bir kısmı da beklenen verimliliği sağlayamamıştır. Kimi yatırımlar kapasite artışları öngörmekte iken mevcut faaliyetlerin de sona ermesine neden olmuştur. Arz azalmış ve baskı altında tutulmaya çalışılan ürün fiyatları daha da yükselmiştir. Fiyatı artan her ürün ithal edilerek bu fiyat artışı önlenmeye çalışılmıştır. Üretim yerine ithalat desteklenmiş kritik önemdeki kaynaklar hatalı kullanılmıştır. Kısacası sektör kırılması zor bir fasetin içine hapsedilmiştir.

Sunulan desteklerden faydalanan çiftçi/üretici/köylü bu destekleri amacına uygun kullanıyor mu?

Temel prensip olarak desteklemelerden sağlıklı olarak faydalanabilmek için, kullanılan destekleme araçlarının buna uygun planlanması ve operasyonunun bu plana uygun devam etmesi gerekmektedir. Örneğin piyasayı düzenleme aracı olarak kullanılacak destekleme araçlarının üretim süreçleri ile uyum içinde olması gerekmektedir. Bugün primler üzerinden gidecek olursak ödemeleri 1 sezon geriden gelerek yapılmakta, üretim aşamasında işletmeye girmesi beklenen kaynak üretim bittikten çok sonra ödenmektedir. Ödemesi yapılacak prim tutarları hasadın devam ettiği ya da bitmeye yaklaştığı dönemlerde açıklanmakta, bu da hem desteklemenin üretim planlaması ya da piyasayı düzenleme kabiliyetini sakatlamakta hem de üretici nezdinde ödemenin üretim ile ilişkisini koparmaktadır. Üretimin tamamlanmasının ardından yapılan ödeme bu nedenle, ya bir sonraki sezonun üretim giderlerine aktarılmakta ya da üretim aşamasında oluşan borçların geri ödemesinde kullanılmaktadır. Hayvancılık işletmelerinde işletme başarısını ya da koruyucu hekimliği özendirmesi gereken desteklemeler, hayvansal üretim döngüsünden bağımsız olarak düzenlenmektedir. Bu nedenle üretici istese de desteklemeyi yerinde kullanamamaktadır. Tarımsal yatırımların özendirilmesi ve mevcut işletmelerin kapasite artışı ya da modernizasyonu için kullanılması gereken hibe ve sübvansiyonlar ise yararlanıcısı ve teknik şartları yeteri kadar sorgulanmaksızın ödenmekte bu da art niyetli kullanımlara alan açarken kimi zaman da mevcut işletmelerin üretim dışı kalmasına neden olabilmektedir.

Milat 24 Ocak

Geçmişte hepimize, 'Türkiye kendi kendine yeten 7 ülkeden biridir' diye öğretilmişti. Günümüzde en temel tarım ürünlerimizi bile ithal eder konuma geldik. Bu gerileme (çöküş) ne zaman başladı sizce?

Cumhuriyetin ilk yıllarında desteklenen tarım sektörü, sonraki dönemlerde bu desteği önemli oranda yitirmiştir. 1950-1960 yılları arasında liberal ekonomi yaklaşımları benimsenmiş olmakla birlikte, tarıma dönük devlet desteği ve korumacılık devam etmiş, ancak 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarıyla birlikte gündeme gelen neoliberal politikalar çerçevesinde destekleme alımı kapsamına alınan tarımsal ürünlerin sayısı azaltılmış, sonrasında 1999 yılında IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar çerçevesinde tarımsal ürünlerin devlet alımlarına son verilmiş ve tarım ürünlerinde ithalat serüveni başlamıştır. Temel kırılma burada olmuştur. Mevcut destekleme sisteminin elemine edilerek, doğrudan gelir desteğine geçilmiş, Ziraat Bankası’nın sübvansiyonlu tarım kredi sistemine son verilmiş hatta kamu zararı bahane gösterilerek özelleştirilmesi gündeme getirilmiş, destekleme alım fiyatları dünya borsa fiyatlarına göre belirlenmeye başlamış, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri yeniden yapılandırılmış, TŞFAŞ (Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.), ÇAYKUR ve TEKEL’in özelleştirilmesi süreçleri yaşanmış, Tütün ve şeker yasaları çıkarılarak üreticiler tamamen serbest piyasanın eline bırakılmıştır.

Buradan geri dönüş var mı?

Eğer kastımız tarımsal üretim açısından yeniden kendi kendine yeten bir ülke ise; süreç sancılı ve uzun olsa da tabi ki her zaman bir geri dönüş vardır. Şayet tarımı gerek girdi temini gerekse üretim açısından tamamen bağımsız hale getirmeyi hedefliyor isek o zaman bunu küresel sistemlerden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu hedef ancak topyekûn ve radikal değişiklikler ile mümkündür.

Bugünü sıfır noktası kabul etsek ve gerçekten üreten bir ülke olmak için bir program oluşturulsa kısa, orta ve uzun vadede nasıl bir yol haritası hazırlanmalı?

İvedilikle yapılması gereken ilk iş, ülkede sağlıklı ve şeffaf bir tarımsal envanter çalışmasıdır. Kaynaklarımızı doğru tahlil edemezsek sağlıklı bir planlama mümkün olmayacaktır. Bu kapsamda on yılda bir yapılması gereken, buna karşılık en son 2001 yılında yapılan genel tarım sayımının bir an önce yapılması gerekmektedir.

Ardından tabi ki, genel geçer bir tarım politikası belirlenmelidir. Bu politika üretim ve emek odaklı, planlamaya dayanan, doğa dostu, sürdürülebilir, bütüncül olmalı ve bilimsel verilerle desteklenmelidir. Verimlilik kriterleri sadece nicelik üzerinden belirlenmemelidir. Politikanın uygulanmasını sağlayacak araçlar gerçekçi ve uygulanabilir olmalıdır. Yönetimler ile değişmeyen bir sistem kurgulanmalıdır.

Türkiye’de tarımın en büyük sorunu nedir sorusuna çoğunlukla verilen yanıt girdi masraflarının yüksek olduğu yönündedir. Bu sorunun çözümüne yönelik öneriler ise bir takım vergi muafiyetleriyle maliyetlerin düşürülmesi veya desteklemelerin artırılması şeklindedir. Son on yılda mazotta yüzde 216, gübrelerden ürede yüzde 292, DAP’ta yüzde 262, 20:20:0 kompoze gübrede yüzde 277 artış yaşanmışken bu öneri ne kadar etkili olacaktır büyük bir soru işaretidir. Mevcut endüstriyel tarım sisteminde verimlilik fetişiyle tüm bu girdilere olan ihtiyacın azalmak yerine arttığını da göz önünde bulundurduğumuzda palyatif önerilerin sorunu çözmekten uzak kaldığı ve kalacağı yorumu yapılabilir. Oysa birçoğu fosil yakıt kaynaklı dış girdi kullanımını minimize etme hedefini önceleyen agroekolojik (doğa-dostu) üretim yöntemleri sosyal, ekonomik ve ekolojik açıdan çok daha sürdürülebilir bir çözüm sunmaktadır. Tarım politikaları çerçevesinde agroekolojik üretimin hedef olarak konulması durumunda bu hedefe yönelik atılacak her adım söz konusu girdi maliyeti sorunundan iki, üç adım uzaklaşılması anlamına gelecektir.

Bu adımların atılmasının ardından öncelikle mevcut işletmeler ele alınmalıdır. Yöre koşullarını sadece tarımsal üretim potansiyeli açısından değil; her türlü olumlu ve olumsuz yapısal özelliklerini dikkate alarak; pazarlama kanalları, ödeme alışkanlıkları, nakit döngüleri, ürün desenleri, girdi kullanımları, iklimsel koşulları, ürün çeşit seçimleri, işleme yöntemleri, girdilere ulaşma, lojistik, finansman imkanları gibi pek çok etken birlikte değerlendirilerek özellikle mevcut yapısal sorunları bertaraf edecek üretim ve örgütlenme modelleri geliştirilmelidir.