Ressam Hale Güngör Oppenheimer’ün resim dünyası:
“Resim yapmak bana kendi dünyamda kalma lüksünü sundu”

Yurt dışında çok tanınan Türk Ressam Hale Güngör Oppenheimer, orta öğrenimini İstanbul’da yaptıktan sonra Paris ve New York’ta lisans eğitimleri gördü. Sanatçı halen İsveç’in Stockholm kentinde yaşıyor ve çalışmalarını buradaki atölyesinde sürdürüyor. Hale Güngör Oppenheimer ile sanatçılığı ve çalışmaları üzerine söyleştik

Lütfü Dağtaş - Röportaj

Sayın Hale Güngör Oppenheimer, söyleşimize önce özgeçmişinizle başlamak istiyorum.
1981 yılında Adana’da doğdum ve çocukluğumun büyük bir kısmını İsviçre’nin Alman kesimindeki küçük bir kasabada geçirdim. 1989 yılında İstanbul’a yerleşip Robert Kolej’de orta ve lise eğitimimi tamamladıktan sonra 2000 yılında Parsons School of Design’da güzel sanatlar okumak üzere Paris’e taşındım. Eğitimimi takiben İstanbul’da atölyemi kurarak profesyonel hayatıma başladım ve ardından New York’a taşınarak Pratt Institute’ta resim üzerine ikinci lisansımı tamamladım. 2010 yılında halen yaşamıma ve çalışmalarıma devam etmekte olduğum ve 2013 yılında yüksek lisansımı tamamladığım Stokholm’e yerleştim.

Değişik temalar içeren somut ve düşünsel kolaj ağırlıklı çalışmalarınıza baktığımızda naif çizgiler, boyamalar hep ön planda. Bu da çocukluk izleklerinize sıkı sıkıya bağlı olduğunuzu gösteriyor, diye düşünüyorum. Bir defasında söylediğiniz, “resim yapmak bana çocuk kalma lüksünü sundu” görüşünüz beni doğruluyor sanırım. Ne dersiniz?
Sanırım yıllar geçtikçe ve geçirdiğim kişisel ve mekansal değişimler işlerime şekil verdikçe kariyerimin başında odaklanmış olduğum çocukluk temasından yavaş yavaş uzaklaştım. Fakat bana şu anda hatırlattığınız ve bir röportajımda dile getirmiş olduğum “resim yapmak bana çocuk kalma lüksünü sundu” görüşümdeki “çocuk kalma lüksü”nü belki “kendi dünyamda kalma lüksü” olarak güncelleyebiliriz?

Yaşam coğrafyanızda İstanbul, Paris, New York, Stockholm var ve tüm bu coğrafyaların kültürleri çalışmalarınıza birebir yansıyor. Bu süreci özetler misiniz?
Evet, bugüne kadar yaşamış olduğum tüm coğrafyalar şu ya da bu şekilde işlerimde yer ediniyorlar. Gerek Alpler’e, dağlara olan özlemim, gerek Paris’in sokak lambaları, gerek New York’la özdeşleştirdiğim beton yapılar, gerek İstanbul’un zıtlıkları, gerekse adalardan oluşan Stockholm’u çevreleyen su, kolajlarimda ortaya çıkıyor ve kendilerini hatırlatıyorlar diyebilirim. İşlerimin, deneyimlediğim yaşama şekilleri ve kültürlerin buluşma, kaynaşma ve zıtlaşma noktası olduğunu söyleyebilirim.

Yine çalışmalarınızda öne çıkan diğer bir özellik yalınlık, zıtlık olduğu kadar kara mizah. Kara mizaha yaklaşımınız konusunda değerlendirmelerinizi öğrenmek istiyoruz.
Kara mizah, diğer bazı dışavurumların yanısıra, benim içinde bulunduğumuz gerçeklerle başa çıkma mekanizmalarımdan birisi diyebilirim. Politik ve yüksek sesli mesajları olan işler yapmayı hiçbir zaman tercih etmedim ama olanlara tepkisiz kalmam da tahmin edersiniz ki imkansız. İşlerimde sık sık rastlanan yerinden edilmişlikler, aidiyetsizlikler, absürdlükler ve sürreal ikilemelere ait anlatılar benim kişisel ve küresel trajediye verdiğim, verebileceğim ironik, üstü kapalı bir tepki.

“İzmir’i bol ışık, aydınlık, beyaz ve su olarak betimlerdim”
En son 2015 yılında İstanbul’da sergi açtınız ve sanırım bir daha Türkiye’deki galerilerde yapıtlarınızı göremedik. İzmir’i ne ölçüde tanıyorsunuz? İyi bildiğiniz bir İzmir varsa tuvalinize yansımaları nasıl olurdu?
2012 yılından bu yana yer aldığım grup sergileri ve fuarların yanısıra ve iki kişisel sergime ev sahipliği  yapmış olan İstanbul’daki Pg Art Gallery tarafından temsil ediliyorum. En son 2016’nın Kasım ayında galerinin Contemporary Istanbul’daki standında en yeni kolajlarımdan örnekler sergilendi ve aynı zamanda Istanbul Art News’un yayın yönetmeni sevgili Yasemin Bay’ın projesi Design Bay kapsamında pop-up kitabım seyircilerle buluştu. İzmir’le maalesef çok sevdiğim birkaç İzmirli arkadaşım dışında yakın bir bağım yok ve henüz ziyaret etme şansım olmadı. İleride bunu telafi edebilmeyi umuyorum. Aklımdaki İzmir’i betimlemem gerekseydi, bol ışık, aydınlık, beyaz ve su kullanırdım sanırım.

img_1812

Bir söyleşinizde, 2010 yılında yerleştiğiniz Stockholm’ün kış mevsiminin uzun ve soğuk olması dolayısıyla iç mekanlarda geçirilen uzun saatlerin işlerinize teknik ve kavramsal olarak yansıdığından söz ediyorsunuz. Anavatanınızın Anadolu olmasından hareketle bu sizi başlarda zorladı mı? Çünkü bizim coğrafya kır, insan, dağ, tepe, deniz demek.
Aslına bakarsanız 6 ay süren soğuk ve karanlığa bırakın benim gibi sıcacık Akdeniz kıyısından gelen birisini, damarlarından kan akan kimse alışamıyor. Örneğin, eşim Björn doğma büyüme Stockholmlü, fakat halen her sene kışın şartlarına şaşırdığını ve insanın başına gelecekleri bilse bile yine de beklemediğini söylüyor. Aynı şeyi başka konularda da söylemek mümkün. Burada geçirdiğim altı uzun kışın ardından buna katıldığımı söyleyebilirim. Olumlu tarafından bakmam gerekirse, (ki şu anda sizi yanıtlarken dışarısı -10 derece ve yoğun kar yağışlı bir günde atölyeme kapanmış durumdayım) hava şartları ev ve atölyede uzun saatler geçirilmesine yol açıyor ve benim üretimimi çok olumlu etkiliyor. İnsan dışarıya çıkmayı iple çekmemeye başladığında mekan ve kavramsal olarak içeriye çok daha derin bir şekilde odaklanabiliyor.

Anadolu coğrafyasını yansıtan; örneğin İstanbul’u, çalışmalarınızdan bir iki örnek sunar mısınız?
Tabii, size bu seneki Akbank Caz Festivali için yapmış olduğum ve İstanbul’dan ilham aldığım “Şehrin Caz Hali” temalı işi örnek olarak verebilirim. Bu işimde caz şehre iniyor ve herşeyi tepe taklak ediyor.
Diğer bazı işlerimde ise Anadolu’ya dair ipuçları veren dağlar, su birikintileri ve bitkilere rastlamak mümkün.
Şimdi ne yapıyor, nelere çalışıyorsunuz?
Şu anda haftaya, 11 Ocak 2017 günü açılacak olan ve benim de üç adet işimin jüri tarafından sergilenmek üzere seçilmiş olduğu 1921 yılından beri her yıl süregelen İsveç’in en köklü sergisi Liljevalchs Vårsalong için son hazırlıkları tamamlıyorum. 17 Ocak’ta ise artnivo.com’da sevgili Huma Kabakçı’nın küratörlüğünü yaptığı “Inside-out” adlı online sergide üç adet işim yer alacak. Aynı zamanda “Istanbul Codex” projesi kapsamında özel bir üretimde bulunmuş olduğum “dünyanın en büyük küçük sanat koleksiyonu“ Imago Mundi Şubat ayında dünyayı gezmeye Palermo, İtalya’dan başlıyor. Bunun yanısıra Amerika’da bir müze sergisi ve bazı uluslararası işbirlikleri söz konusu.

pop_up_book_5