Röportaj/ Lütfü Dağtaş

Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Grafik Bölümü’nü bitirdikten sonra aynı okulda öğretim görevlisi olarak çalışan Gülsen Göksel ile fotoğraf üzerine söyleşi yaptık.

Fotoğrafa ne zaman başladın? Kaç yıldır fotoğrafla uğraşıyorsun?

Fotoğrafa güzel sanatlarda eğitim aldığım yıllarda, 1984 yılında Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Gazetecilik Müdürü, profesör Leyla Arsan ve öğrencisi olan arkadaşlarım sayesinde başladım. 1986-87 yıllarında açtığım iki karma sergi ve fotoğraf ve fotoğraf kaynaklı baskı resim ve reklam grafiği ödüllerimden sonra 2005 ile başlayan yurtdışı yaşantımda analog çalışmayı bir kenara bırakıp, dijital olanakların büyüsüne kapılıp daha çok seyahat fotoğrafları çektim. Bu uzun dönemi suskunluk olarak görmekten çok sanat perspektifim için olgunlaşma süreci olarak tanımlıyorum. Ağırlıklı olarak 2011’dan bu yana fotoğraf ile görsel ve performans sanatları alanında eserler üretiyorum.

Fotoğraf sanat olarak senin açından ne ifade ediyor?

Fotoğraf benim insanı ve toplumu konu ettiğim sanatım için agresif olma özelliği taşıyor. O gerçeği gözle görünür kılıyor. Bu gerçeklik ki benim anlatımımın yarattığı gizeme rağmen, herbir eserin arasında bir bağlantı olmasına bakmaksızın onunla karşılaşıldığı ana kadar izleyicinin deneyimlerini sınayan bir nitelikte olmasını amaçlıyorum. Güzel bir bedeni, doğa parçasını veya yaşanmışlıkların güzel yanını gösterme çabasında değilim. Bunu tema edinmiş çok başarılı sanatçılar ve konum itibariyle fotoğrafçılar var. Benim için güzel olan vurguladığım gerçekliğin izleyicinin beyni ve benliği arasında buluştuğu andır. Fotoğraf bir arşiv, yaşanmışlıkları an itibari ile, etimoloji, antropoloji, sosyoloji ve her neyse o bütün yaşamı sorgulayan ve yanıt arayan bilimin görselleştiği boyut. Bu bir aile fotoğrafı olabilir. O fotoğraf yaratıldığı ana dair kayıt niteliğinden öte, bütün hayatı sorgulayan bilime hizmet eder. Bilim de canlılara.

Fotoğraf konusunda aldığın eğitimlerden söz eder misin?

Daha önce belirttiğim gibi benim ilk fotoğraf öğretmenim Leyla Arsan oldu. 1980’ler, benim gibi limitlerle varolmaya çalışan hevesli gençler için kimyayı hatmettiğimiz yıllardı. Biz teoriyi uygulamaya dökerken bizi bağlayan zaman, mekan, enerji gibi olumsuzluklarla oyalanmadık. Çok uzun bir sürede çok kısa yol aldık; dürüstçe ifade ediyorum. Ben negatifte yapamadığım kolajları fotoğraf baskılarında yapmaya kalkıştığımda, bunun fotoğraf olmadığı üzerine tartışmalarla yıllar geçti Türkiye’de. Oysa bu konuyu, sorkastik biçimde, 2016 yılında, bir açılışta fotoğraf konusunda duayen bir akademisyene açıp, Photoshop programına ve manipülasyona inanmadığımı söylediğimde amatör kabul edilmem benim dünya insanı olma arzumu bir kere daha perçinledi. Artık teori ve kimya okumuyordum; kendimi fotoğraf dili ile anlatım konusunda zenginleştirmek için dünya sanatçılarının yazımlarını kaynak edindim. Diyebilirim ki; aldığım en kuvvetli eğitim bu. 2019 da, ICP’de, Yaratıcı Uygulamalar Bölümüne girdim. ICP, New York’un merkezinde uluslararası bir fotoğraf enstitüsü. Bizdeki fakülte veya akademi tanımından farklı, dünyanın dört bir yanından yetenekli fotoğraf sanatçılarını yaşına, dinine ve finansal yeterliliğine bakmaksızın bir araya getiren bir okul. Kredi sistemi ile kendimi yazım, sanat felsefesi, ışık, video, büyük format analog fotoğraf ve renkli karanlık oda teorisi konusunda yoğun bir programa soktum. Akademisyen olarak dünya ile barışık, güçlü kişilik ve sanatçılarla projeler ürettim: Allen Frame, Jean-Marie Casbarian, Marina Berio, Frank Franca, Robert Blake, Ben Gest, Darin Mickey, Jacques Menasche, Greg Miller, Liz Sales, Amy Touchette ve Gerard Franciosa.

ICP’nin kesinlikle dünya fotoğraf sanatı platformu olduğunu söylerim. Bir fotoğraf sanatçısının teknik teoriden öte nefes aldığımız ana kadar yaratılmış eserlerin ortaya konuş konseptlerini özümseme açısından benim için doğru bir metropolis ve enstitü oldu.

Uzun yıllardır yurt dışındasın. Türk fotoğrafının bugününü dışarıdan takip edebiliyor musun?

Evet, 2005 yılından bu yana yurtdışındayım. Bunun benim kendi ülkemin fotoğraf oluşumunu gözlemlememe engel oluşturmaması gerek. Türkiye’yi düzenli biçimde izlememe engel olan unsur, bu süreçte kültür şokları yaşamamdır. Karekterini sorguladığımız bir aile oluşumu içerisindeyim. Adalı ve göçmen soyugillerden olduğumuzu düşünüyorum, devamlı devinimde olduğumuz için. İnternet bağlantınız olduğu sürece sosyal medya, araştırma yaptığınız değil aynı zamanda algı deformasyonu yaparak daha güçlü bir platforma taşıyabiliyor. Bu platform satın alınmış bir pazarlama stretijisi ile veya asimile edilmek istenen düşünce çerçevesinde farklı sanat platformlarına ve sanatçılarına bağlanabiliyor. Bu gerçeklikte Türk fotoğraf sanatçıları veya fotoğraf sergileri konularını siber ortamda araştırma yapmak yerine basın kaynaklarına ve fotoğraf portfolyo sitelerine başvurmak, blogları takip etmek benim seçimim. Bu kolay değil. İtiraf etmeliyim ki, basın yayın organlarına bağlı Türk fotoğraf sanatçılarının eserlerine ulaşmak kadar konsept çalışmaları yapan projelere ulaşmak da kolay olabilseydi keşke.

Yurt dışında da fotoğraf yoğunluğun olduğu için bizim fotoğrafçılarla yabancı fotoğrafçılar arasında kıyaslama yapar mısın?

Sosyal ve politik çalkalanmaların tam ortasında kendindeliğinden güç almalı Türk fotoğraf sanatçısı. Türkiye dışında bir Türk sanatçısının fotoğraf veya görsel ve performans destekli sanat çalışmasının duyularla buluştuğu anda izleyici ile ilişkiye girmesi kriterlerinde olması gerekir. Ürettiklerimiz izleyiciyi kapsamak zorunda değildir; çünkü içeriği renk, ışık, kompozisyon, teknik ... her neyse kompozisyon elemanları tercüme edilemeyebilir. Bu noktada anlamını yitirir. Dilde olduğu gibi görsel ve tinsel elementler bizim kültürümüzün kodlarını taşır. Bu noktada sanatçılar Thomas McEvilley’in “sanat eserinin olması gereken on üç niteliği” teorilerine başvururlar. McEvilley, verdiği o kuvvetli ses ile sanat eserinin batı normları ile anlam bulmasını eleştirdi ve yaşadığımız kürenin semiolojik çıkarımlarını ortak birleşende değerlendirmemizin sanatı batının tekelinden kurtaracağını savundu. Bu teorilerin kozmopolitan bir nüfusa ve kültüre sahip Türk fotoğrafçısı için anahtar olacağını düşünüyorum. Biraz sert bir ifade olmakla birlikte, eski okul teorilerini bir kenara bırakarak, daha araştırmacı, daha devrimci, estetik ve tecimsel kaygılar kadar tematik kaygıları sorgulayan eserler ürettiğimiz sürece Türk sanatçısı olarak dünya fotoğraf sanatçıları arasında daha anlaşılır olacağız. Başarmamız gereken nokta; insanlığa ait sorunların Türkiye’nin de sorunu olduğunu, Türkiye’nin yaşama dair sorunlarının da insanlığın sorunları olduğunu, düşünmenin semiyolojik bir edim olduğunu kanıtlamamız.

Bugüne değin gerçekleştirdiğin fotoğraf projeleri nelerdir? Biraz projelerin hakkında bilgi verir misin?

2012 yılına kadar ağırlıklı olarak doğa ve yerleşim yeri odaklı manzaralar ve gezi fotoğrafları çektim. Çoğunu kıtalararası taşınmalarım sırasında kaybettim. 2012 yılından itibaren kavramsal konularla ilgili projeler ürettim. Başlangıç yalnız fotoğraf oldu. Kavramlar tematik olsa da semantik taraflarına dikkat ettim. Yaşama dair, insanoğlu özellikle kadın ve anne olmaya dayalı karelerdi. Gerçek şu ki; siyah beyaz anlatım bu konuları destekledi. Her bir hikayenin katastrofik mesajlar veren üslubu benim anlatım tarzım olarak yer etti. Zaman aşımını, zamanın insan ve çevremiz üzerinde bıraktığı izleri sabırlı bir şekilde kaydedip derlemeyi amaç edindim. Bu temalı en uzun çalışmam “Street Traces: 46th Street, NY/ New York 46. Sokağa ait izlerimiz” dört yıllık dökümantasyona dayanır. 2019 sonrası fotoğraf projelerim ses,video ve mekan düzenlemeleri içermeye başladı. Bunda Jean-Marie Casbarian etkisinin büyük olduğunu söylemeliyim. “There is no seat/ Oturacak yer yok” politik oyunlar ile üniversite hastanelerinin içine düştüğü eksiklik ile yaşlanmanın düşkünlüğe dönüştüğü bir kültürel değişim arasında paralellik kurduğum, üç fotoğraf ve bir looped videodan oluşuyor. “There is no verse / Ayet yok”, kadın olgusunu Kuran’da yeraldığı yalınlık ve bunun Türk medeni kanununa yansıyışının sınırlandırma sorunu üzerine yaptığım iki video ve iki fotoğraftan oluşuyor. Görüldüğü üzere her iki proje Türk kültürüne ve aynı zamanda insan olmaya, kadın olmaya dayalı nitelikte. Son proje doğanın katledilişini ve kültürel deformasyon ile bağlantı kuran, makro-kültürel oyunları gündeme getiren, bulunduğumuz noktayı sorgulatmayı amaçladığım, bir video ve yaklaşık olarak elliye yakın fotoğraftan oluşan bir proje. Proje “Second skin / göynek”, özünden gelmeyen ve insan müdahalesi ile değişimi konu aldığı için tarihsel bir teknik olan pinhole kamera ile büyük boyut siyah beyaz film çalışmalarım ile sonlandı

Yaklaşık olarak iki ay önce, sonbahar mevsimi kayıtları ile, dökümantasyon nitelikli bir Dada projeye başladım. EU, 1958 yılından bu yana kendi içine 27 ülkeyi aldı ve yaklaşık nüfusu 450 milyona ulaştı. Biliyoruz ki; yüzde 26 enerji, nükleer santrallerden elde ediliyor. Bir gerçek var ki; dünyanın ne kadar kötü yönetildiğine dair emsal niteliğinde: nükler santrallerin hammaddesinin Avrupa’nın dışından alınması. Şu anda yaşadığım ülke İsviçre ve bu konuda herkesin gözlerini üzerine diktiği bir ülke, çünkü bu ufacık ülke bile 4 reaktöre sahip. Proje tümüyle analog bazlı yaratılacak ve fotomontajlar film üzerinde gerçekleştirilecek çalışmalar her bir reaktörün varolduğu ekolojik oluşumu bir harita titizliği ile görünür kılacak. Çalışmanın perspektifinin geçmişe gönderim olmasını amaçlarken, izleyiciyi rahatsız edecek kadar propogantist olmak için Dada ekolünden güç almak istiyorum. Projenin ilk parçasını Şubat 2021 yılına kadar bitirip geri kalan kısmı için İsviçre hükümetine maddi kaynak için başvurmayı düşünüyorum.

Açtığın, açılması gündemde olan sergilerin hakkında bilgi verir misin?

Bireysel tek bir sergim olduğunu söylesem... Sergiler hep birleşik sanatçılarla ortak oldu. Türkiye sergileri karma ve kolaj sonlanmalı analog çalışmalardı. Son iki sergi katılımım yerinde ve hedefini vurucu mekanlarda gerçekleşti diyebilirim. Göynek pinhole çalışmaları New York’da, uluslararası fotoğraf sanatçıları platformunda yerini buldu, “mira” projesinin pandemi karantina günlüğü olarak Roma’da yeralması gibi. Projeler, ciddi anlamda finansal destek istiyor. Bu nedenle bu günlerde bir galeri bağlantısını düşünüyorum. Portfolyo görüşmeleri, interaktif platformlarda yeralmak, yarışmalar, sergi süresince geliştirilecek sağlıklı bağlantılar, sosyal projelere ve yardım kuruluşlarına destek vermek maddeler olarak sıraladığım promosyon boyutları için bir galerinin kanatları altında olmak bana göre en öngördüğüm şey şu anda.

Gülsen Göksel Kimdir?

Gülsen Göksel, 1966 Ankara doğumlu bir fotoğraf ve grafik sanatçısı. 1988’de baskıresim, grafik ve fotoğraf konularında ödüllü bir sanatçı olarak DEU GSF Grafik bölümünden mezun oldu. 1985-87 tarihleri arasında İzmir’de fakülte arkadaşları ile fotoğraf ve grafik etkileşimi konularında çalışmalarının yeraldığı sergiler gerçekleştirdi.

Kendini leke, çizgi ve tipografi ile sözle anlatımdan daha çok ifade etse de araştırma ve geliştirdiği teorileri paylaştığı ve on yıllık reklam grafikerliği ve sanat yönetmenliği yaptığı İzmir reklam sektörüne DEU GSF Grafik Bölümü’nde öğretim görevliliği yaparak onlarca sanatçı kazandırdı.

Göksel, 2020 yılında New York’da uluslararası ve fotoğraf konusunda en eski enstitü olan ICP’den mezun oldu. 2005 yılında Güney Kore ile başlayan dönem Gülsen ve ailesi için şimdilerde İsviçre’de soluklanan ve 6 ülke yerleşimli sanat ve fotoğraf yoğunlu dönem olmaktadır.

Halen Lozan, New York ve Roma’da olmak üzere çeşitli sergilerde yeralmakta.