Dünya, nükleer silahlar gerçeğiyle ilk kez 80 yıl önce, ABD'nin yürüttüğü gizli Manhattan Projesi sonucunda tanıştı. 1945 yılında Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom bombaları, en az 200 bin kişinin hayatına mal olurken, insanlık tarihinde bir daha asla kullanılmaması umut edilen bir silahın yıkıcı potansiyelini de gözler önüne serdi. Ancak bu olay, aynı zamanda küresel bir silahlanma yarışının da başlangıç salvosu oldu. Bugün, dünyada dokuz ülkenin bu ölümcül güce sahip olduğu biliniyor ve Orta Doğu'da tırmanan gerilim, bu silahların yeniden bir tehdit unsuru olarak konuşulmasına neden oluyor.

Nükleer kulübün kurucuları ve soğuk savaş mirası

ABD'nin nükleer silahları geliştirmesi ve kullanması, diğer küresel güçleri, özellikle de en büyük rakibi Sovyetler Birliği'ni kendi bombalarını üretmeye itti. Soğuk Savaş'ın başlamasıyla birlikte, iki süper güç arasında on yıllar sürecek bir silahlanma yarışı başladı. Sovyetler Birliği, 1949'da ilk başarılı nükleer testini gerçekleştirerek ABD'nin bu alandaki tekelini sona erdirdi. Takip eden yıllarda nükleer kulüp genişlemeye devam etti. ABD ile teknoloji paylaşımı yapan İngiltere 1952'de, Fransa 1960'ta ve son olarak Sovyetler Birliği'nden de destek alan Çin 1964'te kendi nükleer silahlarını geliştirerek dünyanın beşinci nükleer gücü oldu. Bu beş ülke (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin), bugün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleridir ve Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT) kapsamında "nükleer silahlı devlet" olarak tanınan tek ülkelerdir.

Yayılmanın önlenmesi çabaları ve yeni aktörler

Nükleer silahların kontrolsüz bir şekilde yayılacağı korkusu, 1960'ların sonunda uluslararası toplumu harekete geçirdi. 1970'te yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (NPT), üç temel hedef üzerine kuruluydu: nükleer silahların daha fazla yayılmasını engellemek, mevcut silahların azaltılması için silahsızlanmayı teşvik etmek ve nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını kolaylaştırmak.

Ancak bu anlaşma, nükleer silahlanmayı tamamen durduramadı. Anlaşmayı hiçbir zaman imzalamayan Hindistan 1974'te, ezeli rakibi Pakistan ise 1998'de nükleer testler yaparak kulübün yeni üyeleri oldu. Bir diğer aktör olan Kuzey Kore, başlangıçta anlaşmayı imzalamasına rağmen 2003 yılında çekildiğini duyurdu ve 2006'da ilk nükleer denemesini gerçekleştirdi. Bu ülkelerin nükleer programları, NPT rejiminin etkinliği konusunda ciddi soru işaretleri yaratmaya devam ediyor.

İsrail'in muğlak politikası ve orta doğu'daki denge

Nükleer kulübün belki de en gizemli üyesi İsrail'dir. İsrail, nükleer silahlara sahip olduğunu hiçbir zaman resmi olarak kabul etmese de önemli bir cephaneliğe sahip olduğuna dair yaygın bir kanı bulunmaktadır. "Nükleer belirsizlik" olarak adlandırılan bu politika, varlığını ne doğrulama ne de yalanlama üzerine kuruludur. NPT anlaşmasını imzalamayan ülkelerden biri olan İsrail'in nükleer programı, UAEA denetimlerinden de muaftır. 1986 yılında İsrailli nükleer teknisyen Mordechai Vanunu'nun sızdırdığı bilgiler, ülkenin Dimona'daki tesislerinde sanılandan çok daha gelişmiş bir nükleer program yürüttüğünü ortaya koymuştu. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü (SIPRI) gibi kuruluşlar, İsrail'in yaklaşık 90 nükleer savaş başlığına sahip olduğunu ve bu cephaneliğini sürekli modernize ettiğini tahmin ediyor. İsrail, bölgesel rakiplerinin nükleer yetenek kazanmasını engellemek için askeri güç kullanmaktan çekinmemiş, bu kapsamda 1981'de Irak'taki ve 2007'de Suriye'deki nükleer reaktörleri bombalamıştır.

İran'ın nükleer programı: barışçıl mı, askeri mi?

Orta Doğu'daki nükleer tartışmaların merkezinde ise son yıllarda İran yer alıyor. Tahran yönetimi, nükleer programının tamamen barışçıl enerji üretimi amaçlı olduğunu ve savunma doktrinlerinde nükleer silaha yer olmadığını ısrarla savunmaktadır. NPT'ye taraf olan İran, 2015 yılında P5+1 ülkeleriyle imzaladığı nükleer anlaşma ile uranyum zenginleştirme faaliyetlerine ciddi kısıtlamalar getirmeyi kabul etmişti. Ancak ABD'nin 2018'de anlaşmadan tek taraflı çekilmesi ve yaptırımları yeniden devreye sokmasıyla süreç bozuldu. Buna karşılık İran, anlaşmadaki taahhütlerini aşama aşama ihlal etmeye başladı. Bugün İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'na (UAEA) göre, nükleer silah üretimi için gerekli olan yüzde 90 saflığa çok yakın bir seviye olan yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stoklarını artırmış durumdadır. Bu durum, özellikle İsrail tarafından "İran'ın nükleer silah yapımının eşiğinde olduğu" yönünde endişelere yol açmakta ve bölgedeki tansiyonu tehlikeli bir şekilde yükseltmektedir.

Türkiye'nin nükleer denklemi: NATO şemsiyesi ve milli arayışlar

Bölgesindeki bu karmaşık ve tehlikeli denklemde Türkiye'nin pozisyonu kritik bir önem taşıyor. Türkiye, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması'nı 1980 yılında imzalayarak nükleer silah üretmeme taahhüdünde bulunmuştur. Ankara, güvenliğini büyük ölçüde üyesi olduğu NATO'nun nükleer caydırıcılık şemsiyesine dayandırmaktadır. Bu kapsamda, ABD'ye ait taktik nükleer bombaların Türkiye'deki İncirlik gibi üslerde konuşlandırıldığı bilinmektedir.

'Fedailer' görev başında
'Fedailer' görev başında
İçeriği Görüntüle

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2019 yılında yaptığı bir konuşma, Türkiye'nin bu konudaki politikasını yeniden tartışmaya açmıştı. Erdoğan, "Yanı başımızda İsrail var mı? Var. Bütün her şeyiyle onunla korkutuyor. Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var... Ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın! Ben bunu kabul etmiyorum. Biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz" ifadelerini kullanmıştı. Bu sözler, Türkiye'nin kendi nükleer silahını geliştirme arayışında olup olmadığına dair spekülasyonlara yol açsa da, bu çıkışı takip eden somut bir adım atılmamıştır. Uzmanlar, Türkiye'nin NPT'den çekilerek nükleer silah üretme yoluna girmesinin hem teknik hem de siyasi olarak son derece zorlu bir süreç olacağını ve bunun NATO içinde telafisi güç bir güven krizine yol açacağını belirtiyor.

Kaynak: HABER MERKEZİ