Tiyatroda iletişim, sahnedeki sanatçılar arasında görünse de gerçek muhatap izleyicilerdir. Oradaki bakışmalar, sözsüz davranışlar, gürültü ve dekor için de aynı şey söz konusudur. “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kuralının geçerli olduğu bir oyundur tiyatro.
Kimi zaman sahne dışıyla iletişimin ip uçları verilebilir. Örneğin oyunun akışı içinde bir sanatçı sahne önüne çıkar, izleyicilere döner, ama onlara bakmıyormuş gibi yaparak bir tirat seslendirir ve böylece sahne içiyle bağını koparmamış olur. Büsbütün sahne dışına çıktığı ve izleyicilerin arasında dolaştığı, onlarla yüz yüze iletişime geçtiği, dahası birilerine dokunduğu da olur. Bu bile oyunun çerçevesi dışına çıkıldığı anlamını taşımaz; yeter ki sanatçının bu tutumu .oyunun kurgusuna aykırı düşmesin: Bu arada iletişim kurulan izleyici de oyuncu konumuna geçer; hiç değilse figüran olarak…
Bir sanatçının oyundan büsbütün koparak gerçeklik dünyasında yer aldığını anımsıyorum: 1968-69 kış döneminde Polatlı Topçu ve Füze Okulu’ndaki yedek subay öğrenciliğimiz sırasında, değişik sahne etkinlikleri arasında tiyatrocular da uğrardı. Birisinde Karaca Tiyatrosu gelmişti. Oyunun bir sahnesinde bir hizmetçi sahnede oturanlara kahve servisi yapıyordu. Birden Muammer Karaca, kendisine uzatılan kahve fincanını ters çevirerek içinin boş olduğunu izleyicilere gösterdi ve “Kimi kandırıyorsunuz siz? Şu karşımızda oturanlar münevver insanlardır; bu kahve fincanlarının boş, yaptığımızın da bir oyun olduğunu anlamazlar mı sanıyorsunuz?” diye başlayan tumturaklı bir söyleve girişti. Böylece, hem salonda hem sahnede olanların tümü üstünde tam bir irkilti yarattı; herkes ayağa kalkarak, o büyük sanatçıyı dakikalarca alkışladı. Sahneyi de içeren bütün salon dev bir tiyatroya dönüşmüştü sanki. Benim gözümde bu çıkış, simgesel de olsa, uyarıcı ve büyük önem taşımıştır.
“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” türünden iletişimler birer tiyatro gibidir. Özellikle siyasal etkinlikler dünyası tam anlamında bir tiyatrodur; Birbirine karşıt siyasal kesimler hangi tonda, nasıl bir atışma içine girerlerse girsinler, bu tür iletişimlerin gerçek muhatabı seçmen kitleleridir: Örneğin, Meclis kürsüsünde en ağır sözlerle birbirine saldıran, kimileyin kavgaya tutuşan milletvekillerinin, başka ortamlarda dostça buluştuklarına tanık olmuşuzdur. Daha sıradan bir olay da, ivedilikle yapılan gece yarısı oturumlarında hepsinin işine gelecek bir kararın oybirliğiyle alınmasıdır.
Onlara muhatap olan kitleler açısından da, siyasal iletişimlerde yer alan söz ve davranışların doğruluğundan çok, ön yargılar ve saplantılar geçerlidir: Ne haklılıklar ne haksızlıklar, ne tutarlılıklar ne tutarsızlıklar, ne doğrular ne yalanlar, ne iyilikler ne kötülükler, vb. bu katı saplantıları gevşetebilir. Bir bakmışsınız yalancılık, hırsızlık, yasadışılık, haksızlık, şiddet, vb. siyasal başarıdan sayılmıştır. Özellikle azgelişmiş toplumlarda kötülük yapabilme, çoğu kez gözüpekliğin ve yiğitliğin göstergesi olmuştur, çünkü, onların gözünde, tersi kanıtlanmadıkça, “hak güçlünündür” kuralı geçerlidir; buna karşılık iyilik ve dürüstlük zayıflıktan sayılır.
İşte, güçlü iktidarın yararına işleyen bu aykırı inancı yıkamayacağını gören bizdeki Ana Muhalefet, zaman zaman “Biz bu iktidarın yapmaya çalıştığı her şeyin daha iyisini yaparız” anlamını taşıyan bir tutuma sığınıyor: Görkemli iftar gösterileri, başörtülü bacılara karşı şirin davranışlar, tepeden tırnağa kara çarşaflı kadınlara parti rozeti takmalar, cuma namazlarında boy göstermeler, Türkiye’de şeriat tehlikesi olmadığını öne sürmeler, bir köşede bira içtiler diye üyelerini,partiden atma girişimleri, vb. bunun en belirgin göstergeleridir. Sanki tek partili bir düzen içinde yarış yapıyorlar!
Muammer Karaca’nın tiyatroda yarattığı irkilti’yi; siyasal yaşamda, Atatürk’ten sonra, sırasıyla Menderes, Ecevit ve Erdoğan gerçekleştirdi. Birincisi, İkinci Dünya Savaşının neden olduğu sıkıntıların ardından, ABD dostluğu (!) ve yardımlarına sığınarak ülkede geçici bir bolluk havası yarattı; içinden geldiği Atatürk’ün partisine ihanet etme yürekliliğini (?) gösterdi, karşı-devrimci bir tutumla din sömürüsüne yöneldi, vb. İkincisi, öteden beri yasaklanmış ve nice aydının başını yakmış olan solcu çıkışlara sarıldı. Sonuncusu, Menderes’i mumla aratacak biçimde, yine ABD’nin yüreklendirmesiyle, açıktan açığa karşı-devrimci çıkışlara girişti ve şeriat düzenine götürecek yasal biçimsellikleri gerçekleştirdi; bütün bir ulusun taparcasına sevdiği Mustafa Kemal Atatürk’e ve gerçekleştiği en büyük devrim sayılan laikliğe karşı savaş açtı… Bu üç politikacının ortak yanı, her birinin kendi eğilimi doğrultusunda, tabulara karşı “yiğitçe” başkaldırarak, toplumda yarattığı irkilti’dir. Onların gerçek muhatabı, herhangi bir parti değil, büyüledikleri bütün bir ulus olmuştur.
Eyyyy Ana Muhalefet Partisi! Muammer Karaca’nın yarattığı irkilti kulağınıza küpe olsun!