Genellikle ordu eliyle yapılan darbeler, orduya özgülenir. Ancak faşizm uygulamasına dönüşen “darbe” olayına bir açıklık getirmeliyim: Onların eliyle yapılan bu tür darbeler ille de komutanların tasarısı değildir. Örneğin 1971 muhtırasında Başbakan Demirel ve bakanlar kurulunun görev ihmalleri bir bahaneydi. Askerler yalnızca gerçek darbecilerin sözcülüğünü yapmıştır. Demirel ve yandaşları da cezalandırılmak yerine, ödüllendirilmiştir. Olay, okyanus ötesinden tetiklenmiştir. Onlara karşı koymanın güçlüğü de buradan geliyordu.
Nitekim komutanların ilk yayınladığı darbe muhtırası, 27 Mayıs devriminin sağladığı özgürlük ortamında ilerici kesimlerin ve gençliğin Demirel hükümetine yönelttiği eleştiri konularını içeriyordu. Çünkü Demirel hemen her gün “Bu ‘gömlek’ (yani 27 Mayıs anayasası) millete geniş geliyor, ‘binaen aleyh’ onunla devlet yönetilemez, değiştirilmesi gerekir” diye bas bas bağırıyordu. İlk aşamada sanıldı ki ordu 27 Mayıs devriminin sürmesini güvenceye almak istiyordu.
Ama darbe sonrasında hep onun isteyip de yapamadıkları yerine getirildi: Darbecilerin görevlendirdiği Başbakan Nihat Erim’in tehditleri üzerine nice öğretim üyelerinin, bilim insanlarının, sanatçıların, gençlerin kafasına “balyozlar” inmeye başladı (bunlar arasında Erim’in yakın arkadaşları da vardı!); nice insanlar, özellikle devrimci gençler iplere çekildi. Bu “balyoz” sözcüğünü açık bir tehdit aracı olarak ilk kullanan da Erim olmuştur. Öyle sanıyorum ki uygulanan bu faşist baskılar, o muhtıraya imza koymuş olan askerleri bile şaşırtmış ve üzmüştür. Buradan anlaşılıyor ki faşist darbeler, düz bir mantıkla, toplumun beklentileri yönünde yapılmıyor. Artık nice yurtseverde umut diye bir şey kalmamıştı.
Bu kaos dönemine tek kişilik ordu gibi yiğitçe karşı koyabilen ilk insan, “Karaoğlan” çağının Ecevit’i olmuştur. Bu bağlamda dile getirdiği şu sözünü şimdi bile kulaklarımla duyar gibiyim: “Öyle bitkiler vardır ki onları betonla örtseniz bile, zamanla o betonu çatlatır, uç verir ve yaşamlarını özgürce sürdürür.” Tıpkı çöl kökenli rozet çiçeğinin taşları delerek çıkması gibi…Demek ki en elverişsiz bir zamanda, Karaoğlan gücünü romantik kişiliğinden alıyordu. Tıpkı savaşın en yoğunlaştığı günlerde, serin bir bahar günü evinin bahçesindeymiş gibi, “Çalıkuşu” romanını keyifle okuyabilen Mustafa Kemal gibi...
Bilim de sanat gibi yaratıcı bir umut kaynağıdır bence. Örneğin Fransız kimya bilgini Antoine Lavoisier (1733-1794) “kütlenin korunumu” yasasıyla tanınır. Ona göre “madde varken yok olmaz, yokken de var olmaz”. Bilindiği gibi, onun bu düşüncesi giyotinde idam edilmesine yol açmıştır. Söylenenlere göre, o, kendi ölümünü bile bilim adına kullanmış bir ölümsüzdür.
Lavoisier bilim karşıtları, kıskanç meslektaşları ve gericilerce türlü iftiralar uydurularak Devrim Kurulu’na jurnallenir ve 8 Mayıs 1794’te giyotinde idam edilir. Oraya gitmeden önce bir asistanından, kafası kesildikten sonra gözlerini yakından izlemesini istemiştir: Eğer kafa bedenden ayrıldıktan sonra gözleri iki kez kırpılırsa, bu demektir ki beyin bilinç etkinliğini sürdürebilmektedir. Yapılan gözlemde sepete düşen gözlerin iki kez kırpıldığı, dudaklarda da bir gülümseme olduğu belirtilmiştir. İhbarcılar Fransız devrim yetkililerini bile kışkırtmayı başarmıştır. Tıpkı bizimkilerin Kenan Evren ve benzerlerini kışkırtabildikleri gibi…
Lavoisier deneyiminden şu sonuç çıkarılabilir mi diye kendi kendime sorasım geliyor: Tıpkı kütle gibi, acaba, umut da “korunum yasası”na uyar mı?.. Bunu bilmiyorum. Bildiğim şu ki somut nesnelerle ilgilenen (pozitif) bilimler (özellikle kimya ve biyoloji), uyguladıkları yöntem açısından, soyut kavramları konu alan insan bilimlerine esin kaynağı ve örnek olmuştur. Yalnızca sezgilerime dayanarak diyebilirim ki: UMUT ÖLÜMSÜZDÜR.