Birisinden duymuştum: Bir genç kadın bebeğini kucağına alıp televizyon görüntüleriyle birazcık oyalamak isterken, birden bire fırtına koparcasına ekranda bir gürültü kopmuş: Bağrışan uçsuz bucaksız kalabalıklar karşısında, insanlıktan çıkarcasına haykıran, haykırdıkça da alabildiğine çirkinleşen bir adam görünüvermiş. Neye uğradığını bilmeyen zavallı bebek çığlıklar atarak televizyona arkasını dönüp annesinin kucağına sarılmış.
Sanırım o yavrucakları, haber ya da canlı yayın saatlerinde, televizyonlardan uzak tutmak gerekiyor. Ben bile bu yaşımda katlanamıyorum ve haberleri televizyondan çok gazetelerden ya da haber portallarından izlemeyi yeğliyorum.

Sanık sorgulamaları sırasında uygulanan ağır işkencelerden birisi de, kesin suçlu (!) yerine konulan kişilere, karışık seslerden oluşan, desibeli çok yüksek gürültüler dinletmekmiş. Bunu yapanların ya da daha doğrusu yaptıranların amacı, gerçeği öğrenmek değil, yalanı itiraf ettirmek, sözde suç ortaklarını ele verdirmek ve önünde sonunda karşıt kitleleri susturarak baskı altına almaktır. 12 Mart faşist darbesini izleyen yıllarda bu tür işkenceler ayyuka çıkmıştı. 12 Eylül dönemindeyse bu tür işkencecilik altın çağını yaşamıştı!

Kitleleri bağırarak korkutan faşist buyurganlar, kendi korkularını da bağırarak bastırmaya çalışmışlardır. Hitler’in, Mussolini’nin, Franco’nun, Salazar’ın, Stalin’in, vb. kitlelere, insanın ses perdelerini aşarcasına haykırmaları bundandır. Kavga eden karşıt kesimlerin birbiriyle bağırma yarışına girmeleri, savunma ve saldırı gibi iki karşıt duygunun birlikte patlamasıdır. Arabanıza çarpan bir adam, sanki suçlu sizmişsiniz gibi, en ağır sövgü ve tehditlerle üstünüze yürüyüp sizi pataklayabilir. Bunun en gelişmiş yöntemi, zarar verdiği suçsuz insanın işini orada bitirmek! Amacı, zarara uğrama korkusunu atlatmak için susturmak ve oradan kaçmaktır. Mezarlık yakınından geçerken, karşılarına çıkan düşsel yaratıklara (hortlaklara) karşı bağırarak türkü çığıranların durumunda olduğu gibi…
Gürültü, insanın dayanma sınırını aştığında, onda ruhsal-bedensel (psikosomatik) sarsıntılara yol açtığı kuşkusuzdur. Tıpkı “pasif” tiryakiler gibi.
Çirkin bağırganların bebekler üstende yarattığı olumsuz etki doğal bir tepkimedir. Büyüklerde ise, buna ruhsal-toplumsal boyutlar eklenir: Adam, hem çıkardığı gürültüyle algı bozukluğuna, hem de sözlerinin aykırı içeriğiyle kavram sarsıntına yol açabilmektedir.

Böyle bir buyurgana yandaşları nasıl katlanıyor dersiniz? Bence şöyle: Onlar gerçek anlamda yandaş değil, onun ocağına düşmüş sığınmacıdırlar; korku ve saldırganlığını paylaşmaya itilmişlerdir. Bu tutum bir tür bağımlılıktır, kapılanmadır, “angajman”dır. İsteseler de o güç odağından kopamazlar; buna kalkışırlarsa, yaptırımı ağırdır. Bir zamanların buyurgan önderinin “davadan döneni vurun!” savsözü onlar için de geçerdir.
Yandaşlar, buyurganın dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşmandır; ona gelecek kötülük kendilerine de geleceğinden korkarlar. Onlar için ne us, ne de mantık gereklidir; çünkü bu iki erdem ister istemez özgürlüklere açıktır; az da olsa özgürleşmek, buyurganla karşıtlaşmak anlamını taşır. O nedenle, düşünmekten de, mantık yürütmekten de korkarlar. Buyurgan bir mıknatıssa, onlar onun çekim alanına kapılmış nesnelerdir.
Faşizmin anlamı bu olayda yatar. Terimin kökeni İtalyancadır, siyasal düzeni anlatan bir terim olarak da, Mussolini öncülüğünde İtalya’da ortaya çıkmıştır. İtalyanca “fascismo” da “fascio”dan gelir. İtalyanların “Gabrielli” sözlüğü “fascio”yu şöyle tanımlıyor: “Tek biçimli, boyları uzamış, demet yapılmış ya da birbirine bağlanmış nesneler bütünü”. “Fascismo” sözcüğü de söyle tanımlanıyor: “İtalya’da, B. Mussolini tarafından 1919 yılında kurulan ve 1922-1943 yılları arasında köktenci bir yönetim biçimine dönüştürülen siyasal bir hareket. (…) Sözcüğün kökeni ‘fascio’dur”.
Sonuç olarak faşizm, insan kitlelerini nesne yığınları durumuna getiren köktenci bir baskı yönetimidir.