Yakın bir komşumuz (namazında niyazında emekli bir operatör hekim) çok sevdiği eşini genç yaşında yitirmiş, doğuştan çok ağır zihinsel ve bedensel özürlü oğlunun bakımını tek başına üstlenmişti. Bir bakıcı da bulamıyordu, çünkü onunla ilgilenmek (yedirmek, içirmek, doğal gereksinmelerini gidermesini sağlamak, giydirip soyundurmak, vb.) kolay katlanılır bir iş değildi. Üstelik komşumuzun kendisi yaşlanmış, çocuk yirmi yaşını geçmiş, epeyce de şişmanlamıştı. Her an bitkindi ve büyük acı çekiyordu. Ama birisi ona “Allah iki iyilikten birini versin” diyecek olsa, “O, Allahın bana bir lütfudur” diyerek sinirlenirdi.

***

Tıpkı André Gide’in “Pastoral Senfoni” adlı romanında bir köy papazının, bir köşede “cansız bir nesne” gibi duran Gertrude’ün bakımını üstlenmesinde yaptığı gibi. “Aziz peder”, çok yoksul bir kulübede yaşlı ve umarsız bir kadının insafına terkedilmiş olan bu “canlı organizma”nın bakımını üstlenmeyi kutsal görevleri arasında görür ve onu evine taşır. Çok geçmeden yaşı ve cinsiyeti belirsiz bu “nesne”nin bir kadın olduğunu anlar. Buna şiddetle karşı çıkan eşiyle başı derde girse de, Tanrı’nın onu karşısına çıkarmış olmasını büyük bir lütuf sayar ve bu kutsal görevi dirençle sürdürür. Başlangıçtaki o belirsiz şey, sonunda güzel ve alımlı bir genç kıza dönüşür. Papazın en sıcak sesleniş biçimiyle de, duygulu ve romantik bir kadın çıkmıştır ortaya… Sonunda bu iki “sağlıklı insan” birbirine aşık olur. Daha ilginci papazın oğlu da gizliden gizliye ona aşıktır. Ama Tanrı birleşmelerine izin vermez: İki ateş arasında kalan Gertrude sonunda canına kıyar.

Gerek doktor komşumun, gerekse papazın söz konusu edimleri gerçek birer kahramanlık örneği sayılabilir. Ama olağan bir yaşamın içinde oluşan, herkesin aynı biçimde algılayıp onaylayacağı bir kahramanlık…

Buna karşılık başka bir amaç ya da daha doğrusu çıkar uğruna dindar görünenler, Rasputin türü sahte din görevlileri, sinsi şarlatanlar, vb. toplumda güven pazarlaması yaparak insanları kendilerine bağlı ve bağımlı kılarlar. Yüzyıllar sürmüş Ortaçağ Avrupası tam bir şarlatan piyasasına dönmüştü. Bu yolla yaratılan korku ve inanç karışımı duygu, büyük kitleleri şarlatanların arkasından gitmeyi zorunlu kılmıştı. İnsanların güdülenip kışkırtılmaları işten bile değildi. Bu eğilimin temel nedeni, güçlü olana sığınma ve korunma gereksinmesidir. Böyle bir seçimde ahlak kuralları yönlendirici değildir. Her türlü erdemsizlik, haksızlık, zulüm, baskı bu gücün olumlu (!) göstergelerinden sayılır. Zayıfa saldırmak, ona tuzak kurmak, onu en savunmasız durumunda yakalamak ve ezmek yiğitlikle eşdeğerlidir.

***

Bu kültürde yetişenler, nefret ettiği insanın doğrularına değil, tapındığı güçlünün yanlışlarına inanır, en azından öyle görünür. Nefret ile tapınma arasındaki eytişimsel çatışma kitleseldir ve iki ya da çok kutuplu bir kitle karmaşası üretir. O insanlar gerçeklerin tarihinden çok efsanelere ilgi duyar. Çünkü efsaneye özgü yiğitliği, bir yapıntı ürünü olarak değil, gerçek güçlülerin başarısı gibi algılar, öykülerini büyülenerek izler, erdemli kişiliklerden nefret eder. İçinde yaşayageldiğimiz Avrasya bölgesindeki nefret geleneğinin derin yapısında Müslüman-Hristiyan çatışması vardır: Ortaçağ bağnazlarının ülküleştirdiği (idealize ettiği) kahramanlık, Hristiyanlık karşıtı Müslümanları kılıçtan geçirmekle belirlenir. Örneğin Şarlman’ın yeğeni yiğit Roland, İspanya’da kurulmuş olan Müslüman krallığa karşı vermiş olduğu amansız imha savaşları nedeniyle Efsanelere konu olmuştur. Bizde de benzer efsaneler Anadolu Hristiyanlarına karşı verilen kahramanlık savaşları üstünedir. Örneğin Battalgazi’nin tüm bu Anadolu “gâvurları”nı kılıçtan geçirerek yok ettiğini anlatan efsane bunlardan biridir.

Kılıçdaroğlu’ya karşı verilen “Çubuk Meydan Savaşı” bana aynı türden “menkıbeleri” çağrıştırdı.