27 Mayıs eylemi 1959-1960 öğretim yılı sonunda Hekimhan Ortaokulunu bitireceğim aşamada patlak verdi. Aynı köyden üç yoksul öğrenci arkadaş için, ailelerimizin çok düşük bir kira karşılığı tuttuğu toprak damlı bir evin bir odasında barınıyorduk. 27 Mayıs sabahı, (büyük olasılıkla ekmek almak için) çarşıya çıktığımda, bir kıraathane radyosundan kalın sesli birisinin konuşması neredeyse bütün sokağa yayılıyordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koyduğu” duyuruluyordu. Durup dinledim, ama yaşadığım şaşkınlıktan dolayı olayın anlamını ve ayrıntılarını tam olarak kavrayamadım.
Sonradan öğrendiğime göre, o konuşan Alparslan Türkeş’miş. Okullar kapatılmıştı. Sonu nereye varacak, belli değildi. Üç yıllık emeğimiz ve geleceğimiz yok olacak diye korkuyorduk. (Benzer bir korkuyu, 1968 eylemleri nedeniyle İstanbul Üniversitesi’nin “süresiz olarak” kapatıldığını duyduğumda yaşadım. Hiç unutmam: 15 Haziran sabahı, son bitirme sınavına girecek ve yükseköğrenimimi bitirecektim! Bu da, tıpkı 27 Mayıs eylemi gibi, Türkiye için önemli bir kırılma noktası oldu). Ortaokulda aynı korku içindeyken, bizi sokağa çıkararak yürüyüş yaptırdılar. Birisi “Kahrolsun diktatörler!” diye bağırıyor, bizler de yineliyorduk. Bir de, “Olur mu söyle olur mu / Kardeş kardeşi vurur mu / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı”… diye başlayan marşı söyletiyorlardı. Önde yürüyen birisinin taşıdığı bir panoda sert bakışlı bir subay portresi vardı: Cemal Gürsel adlı bir paşaymış ve artık ülkeyi o yetecekmiş! “Cumhurreisi” Celal Bayar, “Başvekil” Adnan Menderes ve tüm “vekiller” tutuklanmıştı.
Ertesi gün bütün gazeteler “sabık hükümet”i kötüleme ve “ihtilalciler”i yüceltme yarışına girişmişlerdi. Gazetelerden birisi “hainlerin” çöp arabasına konularak hapishaneye taşındıklarını yazıyordu. İçim sızladı, olup bitenler karşısında gizli gizli ağladım: Celal Bayar gibi, özellikle Adnan Menderes gibi, şimdiki deyişle “karizmatik” devlet adamlarının bir gecede böylesine aşağılanmasını içime sindiremiyordum. Kafamdaki bütün yüksek değer kavramları bir günde çöküvermişti.
Ama bu benimki siyasal bir yandaşlıktan çok, “devlet” kavramına ilişkin bir güven ve bağlılık duygusuydu. Nitekim Türkçe öğretmenimiz bizden para toplayarak, sınıfımızı iki gazeteye abone ettirmişti: Birisi “Ulus”, öteki “Yeni İstanbul”du; ikisine de, birbirine karşıt düşüncelerle de olsa (bunu ileriki yıllarda öğrendim), aynı içtenlikle inanıyorduk. Örneğin “Ulus” İsmet Paşa’nın Uşak’ta konuşma yaparken taşlandığını ve başından yaraladığını okuyunca kahroluyor, “Yeni İstanbul”un “hükümetimizin sağladığı üstün başarılar”ı överken, göğsümüz kabarıyordu.
Bir süre sonra okullar açıldı ve ortaokulu bitirebildim. Önümüzdeki öğretim yılı başında Malatya Lisesi’ne yazılmıştım. İlk günlerde ders yapılmıyor, öğretmenler ve kent aydınları, yalnızca ihtilalin haklı(?) gerekçelerini anlatıyor, “diktatörler”in işlediği suçları(?) sayıp döküyordu. Kentin işlek cadde ve alanlarına yerleştirilen panolarda Bayar’ın, Menderes’in ve kimi bakanların “suç delili” sayılan afiş boyutlarındaki fotoğrafları sergileniyordu. Özellikle Bayar’ın, bir dansözle “samimi” pozları belleğimden hiç silinmedi.
Giderek anlaşıldı ki, bu yolla Yassıada’da yapılacak yargılamalara gerekçe hazırlanıyordu. Söz konusu yargılamalar “yılan hikâyesi”ne dönüşürken, bir de radyodan canlı yayımlanmasıyla kantarın topuzu tersine dönüyor ve toplumun gözünde devrik iktidara haksızlık yapıldığı izlenimi ağırlık kazanıyordu. Bir de Menderes ile iki bakanının asılması, bardağı taşıran son damla oldu.
Sonra şu oldu: Başlangıçta lise öğrencilerine en ateşli biçimde DP iktidarını kötüleyen ve İnönü’yle birlikte ihtilalcileri göklere çıkaranların çoğu, CHP ve ihtilalcilere karşı kurulan partilere (özellikle AP’ye) girdi, kimileri de “Malatya Milletvekili” oldu.
Ecevit ayracını saymazsak, CHP artık belini hiç doğrultamayacaktı.