Aslına bakarsanız bu hafta iki önemli konuda biraz farklı bakarak geçmişe, yazacaktım. Vazgeçmedim, elbette yazacağım. Örneğin; “İzmir Yangınını” ama, sonrasını merak ediyorum. Bazı “kuşkulu” bilgilere ulaştım. Onları inceleyip öyle sunacağım size. Çünkü hep yangın konuşulmuş da sonrası konuşulmamış. Oysa yangın sonrası ki ta bugünkü fuar oluşuncaya kadar “çok ilginç” efsaneler konuşulmuş İzmir’de.

“Emval-i Metruke” konusunu duydunuz mu hiç? Araştırdıkça hem tüylerim diken diken oluyor hem de üzülüyorum. Büyük bir halk zaferini ne hale getirmiş bazı muhterisler!

İkinci konu da “12 Eylül kültürü” olacaktı. Hala rüzgârı esen bir “kültürsüzlük” kültürü 12 Eylül. Ama 1 Eylül tarihli “Hangi “Barış? Milli Fukaralığın Tescilli Fotoğrafları!” başlıklı yazımdan sonra gelen dost mesajlarında, yazının “eksik” kaldığı hissini edindim.

Doğru aslında…

O yazı “durduk yerde” kaleme alınmadı.

Birkaç fotoğrafa “dikkatli” bakıp kendimce “konuşturmam” bir yana, varmak istediğim nokta bugündü.

Yaşı 8500 İzmir’in.

Bir kıyısı var İzmir’in bir de çeperleri.

Kadifekale surlarından bakınca daha net anlaşılıyor bu.

Neler olmamış ki İzmir’de?

Öyleydi, böyleydi derken Türklerin olmuş kent. Ama Türkler, Müslümanlar kıyıdan çok çeperlere ilgi göstermiş. Çeperler olmuş onların hayatı.

İzmir’in “çeperleri ile kıyısı” arasındaki derin farklılıklar, özellikle yerel seçim süreçlerinde hep “gündem” olmuş, ardından unutulmuş. Tüm çeperler, açıkça iddia ediyorum, Balta Limanı Antlaşması’ndan yani 1838’den beri “tescilli fukaralığa” mahkûm edilmiş.

İşin garip tarafı, “fakir fukara, garip gureba” mahalleler hep “yoksulların” ama her inançtan yoksulların yaşam alanıymış.

Ziya Paşa’nın muhteşem mısralarını hatırlayalım yine şimdi:

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.”

Hani bu sözü söylemeden “İzmir’e geldi Ziya Paşa deselerdi” inanırdım. Hatta Ziya Paşa İzmir’e bu söz için gelmiş olsaydı sanırım şöyle derdi:

“Diyar-ı İzmir’i gezdim, kıyıda beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım çeperlerdeki mülk-i İslam’ı hep viraneler gördüm.”

1800’lerden beri İzmir’in çeperlerindeki “viranelik” hiç bitmedi.

Ne Valiler ne belediye başkanları geldi geçti, ama çeperlerdeki hayat hep aynı kaldı!

Tunç Soyer İzmir’e belediye başkanı seçildiğinde bir söz daha çıktı ortaya: “Arka Sıradakiler”!

Ne demektir bu sözün anlamı?

“Arka Sıradakiler” derken hedeflenen sanırım İzmir'in, asırlardır sarılmayan yarası.

Adı konmamış bir kötü ayrıştırma, sanki İzmir iki parça da bir parça diğerini ciddi “ötekileştiriyor”.

Öyle mi peki?

Evet öyle...

Bu satırların yazarı 1968'de Çimentepe'de doğdu, ilkokul üçüncü sınıfta Kireçlikaya'ya taşındı. İlk, orta ve liseyi Kireçlikaya'da otururken okudu, bitirdi. İlk üniversite deneyimini de Kireçlikaya'da yaşadı. Ankara'ya gittiğinde de İstanbul'da çalışırken de Kireçlikaya'daydı.

Kireçlikaya nerededir bilir misiniz?

Bugün büyük bölümü artık antik tiyatro alanı için yıkılmış, İzmir'i “yukarıdan” seyreden muhteşem bir yerdi. Yokuş aşağıydı. Yokuşun bir yanı sıra sıra “Kolonyacılar” diye bilinen evlerdi. Üzerinde Kadifekale, altında Basmahane, batısında Eşrefpaşa, doğusunda Ballıkuyu ve Yeşildere.

Yokuşlar dedim ya?

İşte o yokuştan okula gitmek için inerdim her gün ve tabii çıkardım da.

Kireçlikaya “zengin” değildi. “Ön'de” değildi yani “arkadaydı”!

Oturduğumuz tek katlı evin, eski Türkçe tapusunda 1903'te yapıldığını okumuştum. Diğer evler de genellikle o civar tarihteydi ama yıkılıp yeniden yapılanlar, onarım adına değiştirilenler, “apartman furyasında” dikilen dört beş katlılar da oldu ben büyürken.

Yani “arka sıradakilerden” biriydim.

Hala “arka sıradayım” aman diyeyim “öne falan” geldiğimi sanmayın. Gözüm hala Kale’nin eteklerinde!

Biliyor musunuz “arka sıradakilerin” hiç odaları olmaz.

Hatta ben dahil pek çok “arka sıradaki”, geceleri yer yatağında uyurduk, yer sofrasında yemek yerdik. Masa ancak misafir gelince oturulan bir yerdi.

Ben belediyeyi her gün çöpleri alan bir kurum olarak bildim. 

Çocukluğumda belediye başkanını sadece 9 Eylül’lerde gördüm uzaktan. Çünkü okulda “yavru kurttum” ve her 9 Eylül'de “Vali ve başkanın” önünden 'rap rap' yürürdük.

O zamanlar belediye başkanları, valiler, komutanlar yanımıza gelmezdi, başımızı okşamazdı.

“Arka sıradakiler” diyoruz ya?

Peki “ön sıradakiler” neydi?

Onlar da “çocuk” değil miydi?

“Arka” ya da “ön” fark eder mi çocuk için?

Birbirlerini görmüyorlardı ki tanısınlar, fark neyse çıksın ortaya.

Okullar farklıydı, yollar farklıydı.

Belki de belediye de devlet de “arkayı” boş vermişti de “öne” ne vermişti?

Hiç bilememiştik biz.

Kış gelince asıl dert başlıyordu “arka sıradakiler” için.

Çok yetenekli arkadaşlarımız vardı. Vardı da kim duyardı, kim ilgilenirdi ki “yeteneklerle”?

Sanki gizli bir el ikiye ayırmıştı İzmir'i.

Ama İzmir'de “Mahallat-ı Gureba” nereye denirdi, sorarım size?

Asırlardır salgın hastalıktan, pislikten, açlıktan kimler öldü de sessizce gömüldü?

“Arka sıradakilerin” çocukları, Saat Kulesi önünde gevrek satarken, bu gevrekleri kimler aldı da yedi?

Başkan Tunç Soyer, gerçek adımlar attı “arka sıradakileri” vurgulayarak!

Belli ki yıllardır bu “ayrımı” çalışmış.

Bir yıl kadar önce “arka sıra” çocuklarını almıştı Başkan.

Ve o güzel yüzlü bizim çocuklarımız hem denizle hem de kanoyla tanışmıştı.

Ne güzel değil mi? 100 yıl önce Müslümanlar kıyıya gelip de denize girip de kayık mayık bilmez mi? “Ayıp, günah” derlermiş.

Altay kurulmuş da gençlerimiz şortla futbolu öğrenmiş. Takım kurup kayık yarışlarına katılmış. Ama araya giren acı yıllar, “arka sıradakileri” daha arkaya atmış.

İzmir’de daha önce de “abla ağabey projesiyle” dikkat çekilmişti “arka sıradakilere”.

Ne demiş Tunç Başkan?

“Diliyorum ki, denizi yelkeni çok kısa zamanda sevdiklerini söyleyen bu çocuklarımız, çok iyi bir sporcu veya mahalledeki arkadaşlarını bu sporu öğretecek iyi bir eğitmen olacak. İnciraltı’nda yaratılan müthiş sinerjinin daha da büyütüleceğine inanıyorum. Çocuklar bana çok eğlendiklerini söylediler. Beni de çok mutlu ettiler.”

İzmir’de sanki adı konmamış bir “sistem” var.

“Arka sıradan” öne gelmek çok zor ve hatta “kuralları” olan bir süreç.

Sanki “öne” gelmek için geldiğin yeri unutup, öndekine biat etmek” zorunluluğu var.

Yıllar içinde “arka sıradakilerin” mahallerinde ciddi değişimler olmuş.

Gelenler, gidenler, göçler…

Ama “garip gureba, fakir fukara” anlayışı ve bakışı hatta yaşamı hiç değişmemiş.

“Arkadan öne” gelip “arkasını” unutanların egemenliklerinin biteceği günler de gelecek. Bugün deniz yarın üretim ve İzmir'in eski, unutulmuş, unutturulmuş birlikteliği yeniden kurulacak.

Çünkü artık ne Reji var ne de kolcular.

Artık istek var, irade var.

İzmir yeniden “çok renk, çok nefes, çok ses” güzelliğini yaşayacak.

Çünkü renk, nefes ve sesin de ortak olduğu o kadar çok gerçek var ki.

Eski valiler?

Yine tweet atacaktım vazgeçtim. Yazmak istedim. Kamu kurumlarının internet sayfaları “Allah’a emanet”. Ya ilgilenenler “ilgili” değil ya da “milli cehalet” anlayışımız, devlet kurumlarımızın internet sayfalarında “resmileşiyor.”

Yavuz Selim Köşger, İzmir’e “Vali” atandığından beri, yaklaşım ve davranışları o kadar farklı ki, inanın bir ara yüksek sesle “İzmir’de Valilik ve Vali var mı?” diye sorardım.

Vali Bey halkla iletişime büyük önem veriyor. Dinliyor, izliyor, soruşturuyor, ziyaretler yapıyor. Sayın Köşger’den önce sanıyorum en son bu kadar “halkla ilişkilere” önem veren Vali, Cahit Kıraç’tı. Kıraç’tan sonra gelenler tamamen “tek yönlü” davranışlarla zaten İzmirlilerin yüreklerine giremedi. Vali Köşger geldiğinin birinci ayında “farkını” ortaya koydu. Aman nazar değmesin de galiba Valiliğin internet sitesine girme zamanı olmadı.

6-7 Eylül 1955 olaylarını yazarken, İzmir Valisi Kemal Hadımlı’nın görev zamanına bakmak için http://www.izmir.gov.tr/tarihce adresine girdim.

Ama başka bir sıkıntı dikkatimi çekti.

İzmir’de görev yapmış eski valiler sıralamasında Nurettin Paşa’nın 26.01.1919- 22.03.1919 tarihleri arasında görevinden sonra “Ahmet İzzet Bey 23.03.1919- ..............” şeklinde fotoğrafsız bir bilgi yazıyor. Buradaki “Ahmet İzzet Bey” denen şahıs, işgal sırasında, koltuğunu koruma adına işgalcilere biat eden bir vatan haini. Üstelik tarihteki karşılığı da “Kambur İzzet”. O noktalarla belirtilen yere de 05.01.1920, yani “işgal işbirlikçisi valiyken makamında sekte-i kalpten öldüğü tarih yazılabilir. Tescilli bir vatan haininin hala Türkiye Cumhuriyeti “eski valileri” arasında sayılmasını da anlamıyorum. Fakat “işgalin hain valisi” ibaresi konulmalı ya da tamamen kaldırılmalıdır sanıyorum. Kambur İzzet’ten sonra iki isim daha var ki Cavit ve Macit Beylerin “valilikleri” zaten işgal valisi tarafından reddedilmişti. 9 Eylül 1922’de ise hem İzzettin Çalışlar hem de Nurettin Paşa görev yaptı ki, bunların listede olmadığını da fark ettim. 11 Eylül 1922’de ise Mustafa Abdülhalik Renda valiliğe atanmış.

Önemli saydığımı yazarım. Bence Kamu kurumları hatta belediyeler, sayfalarında özellikle “tarihçe” kısımlarını üniversitelere, araştırmacılara sormalı. Ne yazık k, bazı ilçe belediyeleri ve hatta Emniyet Müdürlüğü sayfalarında da ciddi hatalar bulunmakta. Gelecek yazılarda İzmir’deki “tarihi karakolları” ve “tren istasyonlarının” hal-i pürmelallerine de değineceğim. Düşüncesi olanın düşüncesini benimle paylaşmasını diliyorum.

Kamu kurumları “iletişimi” ciddiye almalıdır. İzmir’de o kadar çok değerli araştırmacı, yüreğiyle İzmir’e aydınlık saçıyor ki, İzmir dışında “medet arayanlara” inanın çok üzülüyorum. Çünkü İzmir, sokaklarında adımlayanların seslerini ister dinlemek.