Söyleşi: Elif Şahin Hamidi

Akın Olgun, “Kül Sesleri” isimli öykü kitabında görmezden gelinenleri görmüş, onların seslerine kulak vermiş ve görüp işittiklerini hikâye eyleyip küllerini havaya savurmuş. Öykülerin baş kişisi olan tüm ötekileştirilenler, capcanlı karşımızda duruyor, tek vücut olmuş gözlerimizin içine bakıyorlar. Acıya bulanmış bakışları, kör bir bıçak gibi ciğerimize saplanıyor. Her birimiz başka başka olsak da en önemli ve tek ortak noktamızı, ortak kimliğimizi hatırlatıyor bu bakışlar bize: “insan” olduğumuzu ve her birimizi insan onurunu korumaya çağırıyor.

Kül Sesleri'ndeki öykülerde, yerinden yurdundan edilmişlerin, birbirlerinin acılarına tutunarak yaralarını sarmaya çalışanların külleri yağıyor başımızdan aşağı. “Başkalarının acıları ne kadar kaçarsak kaçalım bizi mutlaka kendi kuytusunda yakalayacak ve canımızı yakacaktır. Sıradan olarak görülen insanların hikâyeleri, hayat örgümüz içerisinde mutlaka kendine bir yer açar. Göçmen hikâyelerini önümüze düşen nefret diliyle okuyup, ona ortak olurken, bir anda kendinizi göçmen, mülteci olarak bulabilir, aynı nefret dilinin muhatabı olabilirsiniz” diyen Olgun ile “Kül Sesleri”ni konuştuk.

Kül Sesleri’ndeki öykülerde küllerin çığlıklarını işitiyoruz, üzerimize küller yağıyor. Yerinden yurdundan edilmişlerin, birbirlerinin acılarına tutunanların hikâyelerine tanıklık ettiğimiz bu öyküler nasıl doğdu?

İçimize kıvılcım düşüren her olay, tanıklık ettiğimiz, dinlediğimiz, gözlemlediğimiz her şey insanda ağır bir yük oluşturuyor gerçekten. Herkes yüklüdür bu nedenle biraz. Göze görünmez kılınanların başlarına gelenleri, bizler de kendimizden uzakmış gibi görmeyi tercih ediyoruz çoğunlukla. Aslında onları görüyoruz ve duyuyoruz. “Negatif haberlerle bedenime, ruhuma zarar vermek istemiyorum” içerikli “hayat bilgisi” egzersizleri içinde kalmanın hiçbir şeyi değiştirmediği, aksine er ya da geç yaşananların muhatabı olunduğu gerçeği, her defasında kendisini de yüzleştiriyor bizle.

Başkalarının acıları ne kadar kaçarsak kaçalım bizi mutlaka kendi kuytusunda yakalayacak ve canımızı yakacaktır. Sıradan olarak görülen insanların hikâyeleri, hayat örgümüz içerisinde mutlaka kendine bir yer açar. Göçmen hikâyelerini önümüze düşen nefret diliyle okuyup, ona ortak olurken, bir anda kendinizi göçmen, mülteci olarak bulabilir, aynı nefret dilinin muhatabı olabilirsiniz. İşinden edilen bir insanın haykırışına “iş beğenmiyor bunlar yahu” diyebilir, ama bir gün benzer haykırışa siz düşebilirsiniz. Konforlu dünyanızın içinden umut üzerine büyük cümleler kurup, akıl dağıtırken, kendinizi bir anda umutsuzluğun insanı öğüten yamacında bulabilir ve çaresizliğin ipini boynunuza geçirebilirsiniz. Kendiniz gibi olmayana giydirdiğiniz ve hak ettiğini düşündüğünüz ne varsa, dönüp dolaşıp bir gün size de söylenebilir.

Hiçbir şeyin şaşırtıcı gelmediği dönemler, aynı zamanda her şeyin içinin boşaldığı dönemlerdir. Kötülüğün hâkimiyetidir bu. Adil olmayı içinden çıkardığınız, adalet duygunuzu korkuya teslim ettiğiniz ve onun yerine koyabilecek bir gücünüzün kalmadığı yerde, vahşetin parçası olmak kaçınılmaz olur. Bu kaçınılmazlıktan doğdu hikâyeler. Kül sesleri, o vahşetlerin kurbanı olanların hayatlarını dert edinmiş öykülerden oluşuyor. Çarkın en aşağısında kalanların hikâyelerini kendi içinde konuşup, kendini onların yerine koyup ama onları kırıp dökmeden anlatmayı dert ediniyor. Gerçeğin zaten çok çıplak olduğunu unutmadan, en yalın hali ile okuyucunun hafızasına sunmayı amaçlıyor.

Öykülere, oyuncu Pınar Öğün’ün karakalem, yalın çizgileri eşlik ediyor. Çizgilerin hikâyesini öğrenebilir miyiz?

Aslında çizgilerin hikâyelerini en iyi ve en doğru anlatabilecek olan Pınar Öğün’dür diye düşünüyorum. Bir gün çizgilerinin hikâyesini belki de ondan dinlemek, üzerine sohbet etmek çok güzel olabilir. O kadar çok yeteneği var ki her tanık olduğumda hayranlıkla bakıyorum. Yaptığı işe kattığı derinlik ve yüklediği anlam kendi iç dünyasından taşıp çevresine, dostlarına ulaşıyor. Bana da öyle ulaştı ve ben o sırada öykü yazımına devam ediyordum. Öykülerden bağımsız çizimlerdi hepsi. Pınar yazım aşamasında olan hiçbir öykümü okumamıştı benimle çizimleri paylaştığında. Yazdığım öykülerle onun çizimleri arasındaki bağı biraz da ben kurdum. Çünkü çizimler, her bakan için farklı anlamlar ve duygusal tonlar yaratıyor. Öykülerin duygusal tonlarına o kadar çok uyuyordu ki dayanamayıp, kitapta yer alıp, almayacağını sordum. Hiç tereddüt etmeden ve hiçbir karşılık beklemeden sundu olurunu. Onunla aynı kitabın içinde buluşmuş olmak, benim için de çok kıymetli gerçekten. “Karanfil Mevsimi” adlı, şiir ve yazılarımın derlemesinden oluşan kitap için çizdiği, renklendirdiği kapak resmi ise benim özel isteğimle onun elinden çıkmıştı. Sanırım onun çizimleriyle kendisini ve hayatı yansıtması ile benim yazı ve anlatım dilim arasında bir bağ kuruyorum. Daha çok içinden konuşanların, düşünenlerin, hayatı gözlemleyenlerin kurduğu bir bağ bu.

“Kendiniz olduğunuz, kendinizi bulduğunuz, bir başkasını hatırladığınız, hatırlattığınız ve içinizde gezinmesine izin vererek, kucak açtığınız şeylerin toplamı” diyorsunuz öykü için. Yazarın içinde yaşadığı topluma ve çağına karşı sorumluluğu hakkında konuşabilir miyiz biraz?

İri cümleler kurmak istemiyorum açıkçası. Çünkü yazarın yaşadığı topluma ve yaşadığı çağa karşı sorumluluğu oldukça ağır bir yük ve ben önce kişinin kendisine karşı olan sorumluluğunun içini doldurması gerektiğini düşünüyorum. En önce kendi hakikatiyle yüzleşmek, yüzleştiği hakikatinin sağlamasını ise hayatın kendisiyle yaparak yürümek... Bu olmadığında ezberlere sırtımızı dayıyoruz. Herkesin duymak istediğini sunup, alkışlar içinde yükseliyor, görünür olmanın her yolunu denemeyi ise bir “sorumluluk” olarak dışarı yansıtıyoruz. Neyi perdeliyorsak kendisi oluyoruz bir süre sonra. Toplumla benzeşmek, çağın kendisiyle benzeşmek böyle başlıyor. Onun sevdiği olmak, onun kıymetlisi olmak, onun korunaklı muhalifi olmak ve onun dağıttığı nimetlerinden pay kapmak korkunç bir güç sarhoşluğu ve bağımlılığı yaratıyor. Sadece yazarların, sanatçıların, aydınların sırtına bu sorumluluğu yüklemek, geride kalan ve toplumun çoklu katmanları içerisinde yer alan milyonları sorumsuz kılmanın bir aracı haline geliyor. Kendisini sorumlu hissetmeyen milyonların, sorumluluğu sadece yazarlara, sanatçılara, aydınlara yüklemesi bir nevi “öğretilmiş çaresizlik” aynı zamanda ve acaba biz bunu büyütüyor muyuz diye düşünmek zorundayız. Kendimize toplumun ve çağın sorumluluğunu yüklemek belki de hoşumuza gidiyordur. Çünkü bu duygu aynı zamanda insanı çok ayrıcalıklı kılıyor.

Kim sorumlu? “Onlar”, peki, kim o “onlar”?

Cevapları hep kendimiz dışında veriyoruz. Sorunun cevabı içinde kendisini görmüyorsa insanlar, ya kendileri için kendisini feda edecek birilerini arıyordur ya da yine kendilerini toplumun ve çağın zorbalarından kurtaracak bir kahraman beklentisi içindedirler. Sanatçılar, yazarlar, aydınlar ne beklenen kahraman, ne de kendisini feda edecek serüvencilerdir. Birlikte dönüşmeyi, sorumluluk almayı ve taşın altına hep beraber elimizi koymayı önceleyenlerdir. Onu dinlendiren, onu seslendiren ve onu ortaklaştıranlardır. Kahramana, kahramanlara ihtiyaç duyuyor, bekliyor ve tüm sorumluluğu aydın, sanatçı, yazar diye baktığımız insanların sırtına yüklüyorsak, orada büyük bir kaçış var demektir. Örgütlü olmanın sorumluluğu sanırım tam da burada kendisini hissettiriyor. Çünkü kendini örgütlemek, sorumluluğu da paylaşmak demektir. Sorumluluğu her birimiz önce kendi içimizde ve çevremizde örgütleyebilirsek, topluma ve çağa karşı olan sorumluluğumuzu da yerine getirmiş ve bölüşmüş oluruz. Benim açımdan yazmak, işte bu sorumluluğu bölüşmek anlamına geliyor. Küçük ama kıymetli buluyorum bunu.

Gazeteci kimliğiniz, gerçeklerle harmanlanmış, gayrı resmî tarihe not düşen hikâyeler yaratmanıza nasıl bir katkı sunuyor?

Gazeteci kimliğim açıkçası aktif değil. Bunu hakkıyla yapan arkadaşlar varken ve bunun en ağır bedelini ödüyorlarken, “gazeteciliğimin öyküler için büyük katkısı oldu” demek abartılı olur. Asıl olarak ezilmişlerin dünyasından geliyorum, benim için hikâyeler çok tanıdık ve eğer yoksul bir ailenin, erken büyümek zorunda kalmış çocuklarından birisiyseniz, farkındalığınız da sizinle beraber gelişiyor ve yaşananları dert edinmiş bir siyasi geçmişe de sahipseniz, doğal olarak “sıradan hayatlar” diye bakılan yere siz bir başka gözle bakar oluyorsunuz. İyi bir dinleyici olduğumu düşünüyorum. Birçok insanın yanından öylesine geçtiği hikâyeleri dinlemeyi, derinleştirmeyi ve gözlem yapmayı her zaman çok sevdim. Bir insanı dinlemek, onu okumaktır aslında. Herkes kendi hikâyesini anlatırken süsler, ilginç kılmaya ve karşısındakini etkilemeye çalışır ama sormaya, derinleştirmeye ve anlamaya çalışıp, yaşanmışlıkların arkasına bakmaya başladığınızda, hakiki olanı da görürsünüz. Çok hakiki hem de.

Bu öykülerin ortaya çıkış sürecinde sizin yazma ritüelleriniz nelerdi, yazarken nasıl bir yol izlersiniz?

Önce kafamda yazmaya başlıyorum ve bu çok uzun sürüyor. Kafamda sürekli yazdıklarımla geçirdiğim günler, aylar bir noktada artık hazır olduğum duygusunu oluşturuyor. İçimde o kadar çok cümle kuruyor ve konunun kahramanıyla o kadar çok konuşuyorum ki bir noktada artık dilime vurmaya başlıyor. O noktada yazım için bilgisayarın başına oturuyor ve hiç durmadan yazıyorum. Yazdıklarıma sonradan dönüp tekrar bakmayı ve üzerinde oynamayı çok başaramıyorum. Nedense, dönüp bakar ve kurcalarsam, duygusunu kaybedeceğini düşünüyorum. İlk hali her zaman benim için en saf olanı oluyor.

Öykülerinizde tüm ötekileştirilenleri, tüm savrulanları, tüm kötüleri, kötülükleri görebilmek mümkün. Çok evrensel bu hikâyeler, bu acılar: dünyanın her yerinde hüküm sürüyor artık. Ve kaçacak başka bir dünya yok; Türkiye’yi de Avrupa’yı da bilen biri olarak ne dersiniz?

Kitaba “Kül Sesleri” ismini vermemin sebebi, tüm yaşanmışlıklardan geriye kalanları tarif etmek içindi. Kitabın kapağı için, cezaevinde yapmış olduğu bir resmi veren Ressam Zehra Doğan’ın Sur, Nusaybin ve Cizre’ye dair, gazetecilik yaptığı dönemde yazdığı, haberleştirdiği ve dışarıya taşıdığı notlarını okuma şansım oldu. Onları okuduğumda, kayda düştüğü resimleri gördüğümde çok etkilenmiştim. Kiminin “Kent Savaşları”, kiminin “Hendek Savaşları” olarak tanımladığı o döneme dair, içeride ne olup bittiğini, oralarda muhabirlik yapmış ve tanık olmuş birisinden duymak, dinlemek bile insanı o vahşetin tam ortasına götürmeye yetiyor. Taybet Ana, Cemile, bir telefon kamerası ile Nazım Hikmet’in “Yaşamak” şiirini okurken kayda geçmiş olan Rozerin ile portakal bahçesinde mevsimlik çocuk işçi olarak çalışan Berivan arasında bir bağ var. Karşı kıyıyı umut eden, yanından ayırmadığı kemanı ile karanlık sulara gömülen ve kemanına sımsıkı sarılmış olarak bulunan Barış ile Avrupa’nın bir kenar mahallesinde vurulan Polanyalı gencin arasında, göçmenin göçmenden nefret ettiği yardım kuyrukları ile dükkânının önünü kapattığını düşündüğü için her gün gizlice kiraz ağacının köküne çamaşır suyu döküp kurutan adam arasında, cesedi kokmaya başlayınca öldüğü anlaşılan yaşlı ve yalnız Marialar arasında, evet derin bir bağ var. Eğer bu bağı takip edersek, kendimizi de halkanın parçası olarak bulmamız mümkün olabilir. İsminizin bir önemi yoktur tam o noktada. Mekân, zaman önemsizleşir. Böylece dünyanın bütün ötekilerinin bir zincirin parçası olduğunu görürsünüz. Zincir ağırlaştıkça, yaşama ağrısı da ağırlaşır ve çekilmez hale gelir. Başka bir dünyanın mümkün olabileceği duygusu belki de bu yaşanmışlıklardan çıkıyor ve değer kazanıyordur. Belki de biz bu yaşanmışlıkları yazdıkça, görünür kıldıkça başka bir dünya hayali hepimizi birbirimize daha çok yakınlaştırıyordur. Acısız bir dünyamız olmayacak hiçbir zaman, ama acıları sarabilecek bir dünyamız olabilir. Bunun mücadelesini vermenin onurunu taşıyabilirsek, inancını da büyütebiliriz.

Öykülerden birinde kötülükle ilgili şöyle bir cümle var: “Kendini saklamıyordu kötülük. İnsanın gözünün içine baka baka yapıyordu yapacağını ve iyi olana suçluluğunu yükleyip devam ediyordu hayatına.” Neden bunca kötülük ve daha ne olacak da insan, yeniden insanlığını hatırlayacak?

Annemle yaptığım bir telefon konuşmasında, hayatını Covid-19 nedeniyle kaybeden bir yakınımız için ne kadar üzüldüğünü anlatırken “kan hiç su olur mu?” diye sorup, ardından “ciğerdir, insanın içi parçalanıyor” diyerek tarif etmişti duygularını. Telefonu kapattıktan sonra “kan hiç su olur mu?” sorusu ile kendimi boğuşurken buldum. Su akıp gider. Suyu içersiniz, onu tadarsınız ve susuzluğunuz giderirsiniz ama kanı içemezsiniz, kanı dökemezsiniz. Kan su olmaz. Annemin kan bağına yaptığı bu gönderme aslında günümüz dünyasında tüm insanlığın aynı acıların, aynı dertlerin, aynı ezilmişliğin kardeşliğine sahip olduğu bağını kurduruyor bana. “Ciğerdir” evet, dünyada üzüntüyü, acıyı “ciğer” olmakla tarif eden başka bir topluluk var mı bilmiyorum, ama hepimiz aslında birbirimizin ciğeriyiz. Irkçı bir polisin ayakları altında “nefes alamıyorum” diyerek çırpınıp ölen siyah ile Berkin Elvan’ın kafasına nişan alıp vuranların yaşattığı acı aynı. Nefret etme güdüleri aynı. İnşaat işçilerini yere yatırıp, sırtlarına basarak “Ne yaptı ulan bu devlet size, ne yaptı? Türk’ün gücünü göreceksiniz” diyen ses ile Almanya’nın Solingen kentinde evleri yakılarak katledilen Türkiyeli göçmenlere o vahşeti yaşatanların nefesi, dili aynı. Dünyanın her yerinde, renginden, inancından, dilinden, yaşam kültüründen dolayı baskı altına alınan, katledilen, işkenceye maruz bırakılan, yerinden yurdundan edilen, açlığa, yoksulluğa mahkûm edilen yüzbinler, milyonlar, milyarlar ve öte tarafta onları ezerek, sömürerek, katlederek yükselen iktidarlar var. Bir yalanı yaşatıyorlar dünyaya. Haber kanallarıyla, silahlarıyla, şiddetleriyle, sömürüleriyle bir yalanı dayatıyor ve onu hâkim kılmaya çalışıyorlar. Onların vahşetinin altında inleyenlerin ise tek kan bağı var, o da insanlık. O insanlığın parçası olanlar olarak, yapabileceğimiz tek şey var: İnsanlığın onurunu korumak ve onu yükseltmek için “ciğeri” olmak. Belki de sorunun cevabı bunun içindedir.

Akın Olgun Kimdir?

Sivas Divriği’li bir ailenin çocuğu olan Akın Olgun, 1975 yılında Ankara’da doğdu. Türkiye’de 7 yıl süren cezaevi yaşamının ardından Londra’ya yerleşti. Londra’da gazeteciliğe başladı. Sabah Gazetesi’nin Londra muhabirliğini yapan Olgun, ayrıca Avrupa Gazetesi, Belçika Binfikir ve Mersin Denge gazetesinde de yazılar yazmaktadır. İnternette çeşitli sitelerde köşe yazarlığı da yapan Akın Olgun, ilk kitabı olan ‘Adları Saklıdır’ ile yazarlığa adım attı. Daha sonra Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi kitaplarını kaleme aldı. Son kitabı ise Kül Sesleri ikinci öykü denemesi olarak Tekin Yayınevi tarafından bu yıl yayınlandı.