Haber/ Türkan KOÇ

Tüm dünyayı etkisi altına alan Kovid-19 salgını 1.5 yıldır etkilerini tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sürdürüyor. Pandemi süreci insanların ekonomik, sosyal, fiziksel hayatlarının değişmesine sebep oldu. Ege Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Dilek Yeşiltuna pandeminin getirdiği kısıtlama koşullarının kültürel şok yarattığını söyledi.

Kültürel şok ile gerçeklerin net olarak görünmesinin sağlandığına dikkat çeken Prof. Dr. Yeşiltuna sorularımızı şöyle yanıtladı.

Tüm dünyayı etkisi altına alan Kovid-19 salgını hepimize çok şey öğretti. Bir sosyolog olarak siz bu pandemi sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kovid-19 küresel bir sorundu ve çözümü de küresel olmalıydı. Her ülkenin olanakları, sağlık hizmetleri ve salgına karşı öğütlenme düzeyi ve yeni kurallarla yaşamaya göstereceği uyum kabiliyeti birbirinden farklı. Bu farklılık, insanların mevcut yaşam koşullarını ve sahip olacakları yaşam şansını da belirledi. Bir başka ifade ile ulusal düzeyde sınıfsal konumunuz, küresel düzeyde ulusal gelişmişlik düzeyiniz sizin yaşama olanağınızı artıracak kaynaklara ulaşıp ulaşamayacağınız üzerinde güçlü bir belirleyici konumunda.

Bu çerçevede pandemi koşullarının getirdiği eve kapanmalar, uzaktan çalışma uygulamaları, sosyal mesafe (aslında fiziksel mesafe) zorunluluklarının ortadan kaldırdığı yüz yüze sosyalleşme koşulları, koruyucu malzemelere erişim sıkıntıları, hem “kültürel şok” yaşanmasına yol açtı, hem de bir gerçeğin net olarak görünmesini sağladı. Bu, herkesin ne kadar yalnız olduğu, maddi olarak güçlü olmanın ya da olmamanın aslında yaşamsal bir önem taşıdığı gerçeğiydi. Böylece pandemi herkese kendi sosyal konumunu gösterdiği gibi sosyal bir devlete sahip olmanın da ne kadar önemli olduğunu ve geleceğin belirsiz riskler içerebileceğini gösterdi.

SAĞLIĞIN ÖNEMİ ORTAYA ÇIKTI

Pandemi sürecinin insana kattığı artılar ve eksiler neler oldu sizce? Fiziksel sağlığımızın yanı sıra ruhsal olarak insanlar nasıl bir değişime girdi?

Bu süreçte biyolojik varlıklarını sürdürebilmek için insanların neler yapması gerektiği, Kovid-19 virüsünün özelliklerinin ne olduğu gibi konular o kadar gündeme getirildi ki, insanın sosyal, kültürel bir varlık olduğu adeta unutuldu. Günümüzün en gelişmiş, en açık toplum olma özelliğine sahip toplumları, hem ulusal sınırlarını kapatarak hem de insanları evlerine kapatarak, kapalı birer toplum haline getirildiler. Böylelikle hem makro hem mikro düzeyde kendilerini koruma altına alma girişimleri, küresel dünyanın farklı coğrafyalarıyla kurulan çok boyutlu ilişkilerde ve bütünleşmede bir kırılma yaşanmasına yol açtı. Pandemi sürecinde doğan bebekler, çocuk bezi paketinin üstündeki bebek resmini severek sosyalleştiler, dünyaları sadece aile üyelerinden oluştu. Anne babalar bir taraftan yeni çalışma koşullarına adapte olmayla uğraşırken aynı zamanda aile içi ilişkileri, sorumlulukları yeni koşullara göre düzenleme sürecinde her geçen gün artan sıkıntılar, zorluklar ve çatışmalar yaşadılar.

Sonuç olarak insanın biyolojik bir varlık olduğu kadar sosyal, kültürel bir varlık olduğu konusuna, uygulanan kamu politikalarında özel bir önem verilmesi gerekir. Böylece bir toplumda içinde bulunulan örgütlü zaman-mekan bağlamında, asgari olması gereken BİZ duygusunu kuracak, besleyecek, koruyacak kurumlararası mekanizmaların, araçların yaratılması ve bu hedefle yeniden örgütlenmesi zorunludur. Böylece bireyler sosyal aidatlarını, kimliklerini tüm bireysellikleri ile birlikte inşa edebilirler. Yoksa yarın bizim için çok daha yaygın riskler içeren, yaşam getirebilir.

Aşının bulunması ve yaygınlaşması ile birlikte yavaş yavaş da olsa normalleşme sürecine doğru ilerliyoruz. Normalleşme süreci ile birlikte bizleri neler bekliyor? Neler yapmalıyız, nasıl hazırlanmalıyız?

Açıkcası aşının bulunması ve yaygınlaşması ile birlikte normalleşme sürecine giden yolda önemli bir problem ile karşı karşıya gelindi. Aslında toplumumuzda örtük olarak var olan ve kolayca dillendirilemeyen bir konu kendini aşı karşıtlığı şeklinde ortaya koydu. Bu karşı hareket pandemi ile mücadelede gözardı edilemeyecek ve normalleşme sürecini sekteye uğratabilecek güçte bir hareket olmaktadır.

Bu nedenle oluşacak olan normalleşme zaten yeni normalleşme olarak ifade edilmekteydi, bunula kastedilen de yaşananların tüm toplumsal kurumların işleyişi ve bireysel yönelimler açısından farklılaşmalar olacağına işaret etmekteydi. Bense burada farklı bir duruma işaret etmek istiyorum. Öncelikle aşı karşıtlığıyla ilgili genel gözlemimden söz etmek istiyorum. Baştan temel problemin sağlık alanında, sektöründe yer alan otoritelere ve onun paralelinde politik aktörlere, otoritelere yönelik güvensizlik olduğunu belirteyim.

Aşı karşıtları olarak tanımlanan grup kendi içinde hem toplumsal konumları hem de karşıtlık nedenleri açısından çeşitlilik göstermektedir. Örneğin ağırlıkla iyi eğitimli ve iyi bir gelire sahip olanlar arasında bir grup piyasa kurallarının hakim olduğu modern tıbbın tedavi yöntemlerine güvenmiyor. Modern sağlık sektörünün performans anlayışına bağlı olarak kendini müşteri olarak gördüğünü ve sömürü amacıyla uyguladığı tedavi yöntemlerinden biri olarak gördüğü için karşı tavır sergiliyor. Bu kişiler arasında alternatif tıbbın popüler olduğu söylenebilir. Bir başka grup pandeminin küresel güçler tarafından yaratıldığını düşündüğü için aşıyı reddediyor. Burada küresel kapitalizme yönelik bir tepkiden kaynaklı yaygın bir güvensizlik gözlenmekte.

Diğer bir grup olarak da üyesi oldukları toplumda hakim kamu otoritelerine ve politik iktidara karşı güven duymayanların, farklı sosyal kimliklerin de yer alabildiği, daha düşük sosyo-ekonomik konumdaki bireylerden oluştuğunu söyleyebilirim. Onlar güvensizliklerini kendilerinin kısırlaştırma, doğurganlığını zayıflatma, farklı hastalıklara sebep olma, yaşamını yavaş yavaş sonlandırma gibi durumlarla karşılaşmaları için yapıldığını ima ederek ortaya koyuyorlar. Dört çocuğu olan bir kadının eşi ve çocukları aşı olmasına karşın kendisinin aşı olmaya direnmesi de örneğin, kadın kimliği ile doğurganlık arasındaki içselleştirilmiş bağın ne kadar güçlü olabileceğini gösteriyor.

Tüm bunlar yapılan bir çalışmanın verilerinden ziyade, çok farklı kişilerle yaptığım söyleşilerden gelen izlenimler. Araştırmalar konuyu netleştirecektir mutlaka. Benim burada ortaya koymaya çalıştığım konu, hedeflediğimiz normalin daha önce kabul edilen normal olmaması gerektiği, yani yeni normalimizin ortak eylemler, hedefler, değerler yaratabilecek çoğunluk üzerinde bir güven inşasının sağlandığı bir normal olması gerektiğidir. Bunun için de siyasi otoritenin, iktidarin, adil, istikrarlı, sürdürülebilir bir politika ile toplumda güçlü bir güven inşasının ancak, tüm riskleri bertaraf etmenin tek yolu olduğunu fark etmeleri gerekir.

KURALLARA TAVİZSİZ UYULMALI

Uzun süre evde kalan, çok sayıda yasağa uymak durumunda kalan insanlar pandemi süreci tamamen sonlanıncaya dek nasıl bir hayat tarzı benimsemeli? Hiçbir şey olmamış gibi sosyalleşmeli mi yoksa temkinli mi davranmalıyız?

Başta şunu söylemek gerek yaşanmış hiçbir şey yaşanmamış sayılamaz. Bir gerçek var ki o da son derece ciddi bir risk ile karşı karşıya olduğumuzdur. Onunla baş etmenin yolu da ortak kurallara tavizsiz uyulmasıdır. Bu durumda ben istemiyorum, ben inanmıyorum demek bir özgürlük olamaz. Özel alanda kendi tercihlerini uygulama yoluna gidebilir fakat kamusal alanda başkalarını riske edebilecek bir davranışta bulanamaz. Bunun için de herkese hiçbir ayrımcı davranış içermeyecek şekilde kurallar, güçlü bir denetim mekanizması kurularak uygulanmalıdır. Burada özellikle rol modeli olabilecek kişilerin tavrı çok önemli olmaktadır. Yani sıradan vatandaştan maske takması isteniyorsa, cenazesinde düğününde belli kurallara uyması bekleniyorsa, en üst statüdeki bireylerin de aynı kurallara uygun davranması beklenmelidir. Aksi takdirde yasakların geçerliliğine yönelik güven sarsılacağından, beklenen sağlıklı ortama ulaşmak güçleşir. Ayrıca insanların güvenli koşullarda sosyalleşmeleri konusunda çözümler üretilmeli, alternatifler yaratılmalıdır. İnsanların sosyal, kültürel, duygusal ihtiyaçları olan bir varlık olduğu unutulmamalıdır.

Bu dönemde hayatımıza yaygın olarak giren diğer bir durum da evden çalışma oldu. Dünyaca ünlü şirketler de dahil olmak üzere birçok şirket evden çalışmayı kalıcı hale getirdi. Bu doğrultuda evden çalışma insanları önemli ölçüde yalnızlaştırırken, iş arkadaşı, sosyalleşme gibi kavramlar da azalacaktır. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Evden çalışma çalışanlar ve şirketler için faydalı mı olur zararlı mı?

Şirketler açısından açıkça genel bir şey söylemek doğru olmaz. Çünkü şirketlerin hangi sektörde hangi alanda hangi nitelikte mal ya da hizmet ürettiğine bağlı olarak fayda -zarar durumları farklılaşmıştır. Çalışanlar açısından mesai saatleri ortadan kalktığı için, çalışma yaşamı çok daha yoğun bir tempoya dönüştü. Tabii bu uygulama resmi olarak yapılmıyor fakat uygulamada dijital ortamda işleyiş devam ediyor. Bunun yanında ev içi işlerin sürdürülmesi, ilişkilerin gerçekleştirilmesi ve yeni duruma göre zamanın düzenlenmesi de, çalışma saati ortadan kalktığı için çalışan aile üyesi üzerinde önemli bir baskı oluşturdu. Özellikle eğitim alanında evden çalışma ve eğitim süreci, gerekli teknoloji ve alt yapı olanakları sağlama konusunda bir çok aileyi sıkıntıya sokmuştur. Bankadan kredi çekerek, ailesinden borç alarak ya da bazı yardım derneklerine başvurarak bilgisayar edinmeye çalışan kişiler olduğunu biliyorum. Ayrıca bu konuda öğrencilerimizden oldukça fazla geri bildirim aldık. Cep telefonundan çalışmasını yapıp gönderebilen, en azından internet bağlantısı olduğu için seviniyordu. Çünkü telefonla bağlantı kurabilmek için yolculuk yapan öğrencilerimiz oldu.

Kısaca süreç gençler, çocuklar için de aileler içinde de çok çeşitli sıkıntılarla geçti diyemiyorum, geçmekte. Bunun yanında bir şekilde insanlar kendi koşullarında yeni bir düzen kurma yönünde belli stratejiler geliştirdiler diyebiliriz.