Hazırlayan/ Sinan KESKİN

Kaynaklarda farklı bilgiler bulunmakla birlikte hikayenin özü şöyledir; 16. yüzyılda İsfahan Şahı'nın oğlu Kerem, Şahın hazinedarı olan Ermeni keşişin kızı Aslı’ya aşık olur. Keşiş, kızının bir Müslüman’a gönül vermesini istemez ve Aslı’yı alıp İsfahan'dan kaçar. Onların peşine düşen Kerem de köy köy, şehir şehir her yerde Aslı’yı takip eder. Aşkı uğruna diyar diyar gezen Kerem sonunda Aslı'yı Halep'te bulur. Ermeni keşiş bu büyük aşkın karşısında duramayacağını anlar ve aşıkların kavuşmasına izin verir. Ancak, vuslat o kadar kolay olmayacaktır. Keşiş, bir rivayete göre Aslı'nın, bir rivayete göre Kerem'in mintanına büyü yapar. Kerem üstündeki mintanı çıkarmak için düğmeleri açar fakat düğmeler tekrar iliklenir. Daha sonra Kerem birkaç kez mintanı çıkarmayı denese de başaramaz. Bütün gece mintanı çıkaramayan Kerem, yorgunluktan bir "ah!" çeker. Kerem ağzından yayılan ateşle yanmaya başlar. Aslı Kerem'i söndürmek için ona su verir fakat bu sefer ateş daha da güçlenir. Birkaç dakika içinde Kerem yanmaktan kül olur. Aslı da kahrından haykırırken saçları Kerem'in külüne değerek tutuşur ve o da yanarak can verir.

Halep... Ortadoğu'nun en önemli kentlerinden. Tarih boyunca ticaretin ve sanatın merkezi olmuş, zengin kültürüyle dünyanın her yerinden turistin akınına uğramış “romantik” Arap şehri. Yüzyıllardır Kerem ile Aslı'nın aşkının alevlerinin kol gezdiği Halep yine alev alev yanıyor. Fakat bu defa aşk ile değil. Nefret ve öfkeyle yanıyor Halep. Sokakları, evleri, hanları, bağları, bahçeleri yanıyor. Halepli'nin ocağı yanıyor! Yangında kaçanlar çil yavrusu gibi dünyanın dört bir yanına dağılıyor. En çok da kapı komşuları Türkiye’nin kapısını çalıyorlar. Zekerya da onlardan biri. Size Halepli Zekerya'nın hikayesini anlatmak istiyorum. Hatta Zekerya kendisi anlatsın, ne dersiniz?

Günlerdir, haftalardır gözümüze uyku girmiyordu. Pick-upların üstünde gezen eli silahlı adamlar henüz Halep'e gelmemişlerdi ama duyuyorduk, yaklaşmışlardı. Geceleri uzaklardan gelen silah ve bomba sesleri gitgide artıyordu. Uykusuz geçen gecelerin ardından sanayideki dükkanımı açmaya gidiyordum. Fakat kimsede çalışma, iş yapma hevesi kalmamıştı. Çoğu zaman siftah bile yapmadan indiriyordum kepengi.

Uzun sürmedi, bir sabah hava aydınlanırken sokakta onları gördüm. Kasalarında ellerinde makineli tüfekler olan saçı sakalı birbirine karışmış adamlarla dolu pick-uplar dolaşıyordu. Arada bir havaya ateş edip “biz geldik” mesajı veriyorlardı. Dükkanımı açmak için sanayiye gittiğimde aynı adamları orada da gördüm. Tek tek tüm esnafın dükkanına girip bir şeyler söylüyorlardı. Az sonra bir pick-up da benim dükkanımın önünde durdu. İçlerinden biri gelip karşıma dikildi, DAEŞ'e katılmamı, katılmazsam sonuçlarına katlanmam gerektiğini söyledi. Cevap vermedim. Bir süre karşılıklı sessizce bakıştık. 'Tekrar geleceğiz' deyip komşu dükkana yöneldi. Bu ziyaretler birkaç defa daha tekrarlandı. Sonuncusunda da istedikleri cevabı alamayınca beni apar topar kamyonetin kasasına bindirdiler. Şehirde işgal ettikleri bir karakolun nezarethanesine kapattılar. Günde bir öğün yemek veriyorlardı. Neredeyse her saat başı ise bir iki tokat atmak için biri yanıma geliyordu. İstemiyordum, onlar gibi olmak, elimde silah can almak istemiyordum. Ne onlar pes ediyordu ne de ben. Aradan kaç gün geçti, hatırlamıyorum. Bir gün elinde makineli ile bir DAEŞ'li girdi nezarethaneye. Hemen tanıdım. Sanayide dükkanı olan, çoğu zaman birbirimize iş yönlendirdiğimiz esnaf arkadaşlarımdan biriydi. O ikna olmuş ve bu DAEŞ'e katılmış. Oturduğum yere çömeldi, “bu işin sonu iyi değil, buradan sağ çıkamazsın. Seni serbest bırakacağım ama Haleb'i terk et, buralarda bir daha görünme' dedi. Ve hiç bir şey söylememe fırsat vermeden beni apar topar alıp götürdü dükkanımın önüne bıraktı.

Geceydi, bütün kemiklerim sızlıyordu, uykusuzdum, açtım. Eve kadar gidecek halim yoktu. Dükkanın kepengini aralayıp kendimi içeri yuvarladım. Sabaha karşı büyük bir patlama sesiyle uyandım. Bu farklıydı. DAEŞ'lilerin silah seslerine benzemiyordu. Dükkandan çıkıp eve doğru yürümeye başladım. Eve yaklaştıkça büyük bir toz bulutu da bana doğru yaklaşıyordu sanki. Gelmiştim, emindim evim buradaydı. Ama göremiyordum. Gördüğüm şey neredeyse dört duvarı yıkılmış bir harabe ve toz bulutuydu.

İkinci katın penceresinden sarkmış, yardım isteyen kardeşlerimin feryatlarıyla kendime geldi. Esad'ın DAEŞ'liler için attığı ilk bomba benim ocağımı yerle bir etmişti. İkinci kata çıkan merdiven yer ile yeksan olduğu için molozların üzerine tırmanarak kardeşlerimin yanına ulaşabildim. Dehşet içindeydileri. Ne olduğunu, nasıl olduğunu, kimsenin ölüp ölmediğini anlamaya çalışıyorlardı. Kardeşlerim iyiydi ama kuzenlerimin cansız bedenleri çıkmaya fırsat bulamadıkları yataklarında kanlar içinde yatıyordu. Evde bulduğum ipleri, çarşafları birbirine bağlayıp sağ olanları aşağı indirdi. Komşularımızın yardımıyla cenazelerimizi çıkarıp defnettik.

Artık Halep'te kalamazdım. Bir tarafta Esad, bir tarafta DAEŞ... Kapana kısılmış gibiydim. Yanımıza alabildiğimiz birkaç parça eşya ile yola koyulduk. İlk durağımız Gaziantep oldu. Gaziantep'e ulaşmak da çok kolay olmadı. Ama yaşadıklarımdan sonra bu zor yolculuğun lafı bile edilmez.

Gaziantep'e daha önce taşınmış akrabalarım vardı. Kardeşlerimi onların yanına yerleştirdim. Ama ben bu kentte kalmak istemiyordum. Uzağa, o canilerden mümkün olduğu kadar uzağa gitmek istiyordum. Çantamı aldım otogara gittim. Tabelalarda şehir isimleri vardı ama nereye gedeceğimi bilmiyordum. İstanbul'u biliyordum, daha önce çok duymuştum. Fakat bana hiç cazip gelmiyordu. Bir tabelada İzmir'i gördüm. Açıkçası İzmir hakkında hiçbir şey duymamıştım. İsmi çok hoşuma gitti. Otogarda birkaç kişiye İzmir'in nasıl bir şehir olduğunu sordum. Konuştuğum herkes çok güzel şeyler söyledi. Ayaküstü edindiğim bilgilerle rotamı çizdim. Bulduğum ilk bileti alıp İzmir'e doğru yola çıktım.

İzmir'de gelir gelmez hemşehrilerimin, dilimi anlayan insanların olduğu yerleri araştırdım. Bu küçük araştırma beni Buca'ya getirdi. DAEŞ zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınmış hemşehrilerimi buldum. Hatta içlerinde akrabalarım da varmış. Bir süre akrabalarımın yanında kaldım. Ne yapacağımı, nasıl geçineceğimi bilemiyordum. Halep'te bobinaj ustasıydım. Kendi dükkanım vardı. Ama dilini bilmediğim, kendi küçük dünyam dışında kimseyi tanımadığım bu şehirde, üstelik cebimde hiç para yokken kendi dükkanımı açmam imkansızdı. Bir süre günlük getir-götür işleri yaptım. Zamanla çevre edindikçe, tanıştığım Türklerin yardımıyla Işıkkent'te sanayide bir bobinajcının yanında yevmiyeli olarak işe başladım. Bir yıl kadar orada çalıştıktan sonra ustam bir gün gelip, benim kardeşlerime göndermek için biriktirdiğim parayı borç olarak istedi. O paranın kardeşlerim için olduğunu, veremeyeceğimi söyledim. Ve bir anda kendimi kapının önünde buldum. Yeniden başa döndüğümü düşünürken neredeyse İzmir'e geldiğimden beri beni hep koruyup kollayan bir Türk dostum elimden tuttu. Benim biriktirdiklerimin üzerine hem o hem de onun çevresi katkı koyarak bana Işıkkent'te bir dükkan tuttular. Madem Halep'te bobinaj ustasıydım pekala burada da kendi dükkanımda mesleğimi yapabilirdim.

Dükkan çok büyüktü ben de arka kısmını ev haline getirdim. Hem evim hem işim aynı çatı altında. Yetiyor bana. Artık kimseye yük olmayacağım. Çalışıyorum, hak ederek kazanıyorum, kardeşlerime düzenli olarak para gönderiyorum.

Zekerya'nın hikayesi kısaca böyle. Hiç bilmediği bir şehirde tek başına ayakta kalma mücadelesi veriyor. Kendi dertleri yetmiyormuş gibi hala geride kalanların dertleriyle dertleniyor. Zekerya anlatmadı ama ben söyleyeyim; Zekerya tüm bu hengamenin içinde ilk evliliğinden yüzü gülmeyen bir Türk ile evlendi. Dükkanının arkasındaki mütevazi evinde onunla birlikte yaşıyor. Birbirlerinin yaralarını sarıyorlar.