Ekin GÖKALP

Kadınların hikayesi ne zaman başladı sorusuna yanıt veren onlarca kitap yazılmış. Bu kitapların her birinde yazarlar farklı referanslar kullanarak çeşitli fikirler üretmişler ancak hepsinin ortak noktası kadın meselesi olmuş.

“Kadınların En Güzel Tarihi" adlı incelmesinde yazar Nicole Bachan kadınların hikayesini "zorlu, çoğunlukla trajik, bazen de komik" olarak tasvir eder. Komik kelimesinin kara mizah içerdiğine şüphem yok, ya da ironi. Çeviri kaynaklı bir hata bile olabilir, çünkü ben bu hikayenin komik bir tarafını göremedim. Ancak zorlu ve trajik yanına gönülden katılıyorum. Benim asıl merak ettiğim bazı noktalar ise şu sorulara işaret ediyor:

Bu hikayeyi bu denli zor, karanlık, sessiz ve trajik yapan ne? Kadın ruhu nerede hata yaptı ve hala yapıyor? Çoğu kadın neden yaratmaktan çekiniyor?

Biz kadınlar, doğmakla birini ya bir şeyi doğurmak arasında geçen uzun ya da kısa hikayelerin ünlü ya da ünsüz ama gerçekten önemli baş rol oyuncularıyız. Önemliyiz, çünkü her birimiz bir şey ya da birini yaratmadan/ona dokunmadan ölmüyoruz. Bu sanki bizim yazgımız. Belki de bu hikayeyi bu denli grift kılan bu gerçektir. Hayatlarımız değişim, ölüm ve kendini doğurma döngülerinden geçiyor. Bu süreci bir cümlede ifade etmem oldukça kolay oldu, ancak yaşayan bilir duygusuyla okunduğunun farkındayım.

Kadın ruhunun, karanlıktan kopup gelen bir yanı var. Yüzyıllar boyu Ay'a benzetilen kadın, onun yansımasıyla ruha ve göze hitap etmiş. Güzellik ona atfedilen ilk olmasa da en önemli sıfatlardan biri olmuş. Sanatın besleyici kaynağına dönüşmekse kadın bedeninin ilk önceliği olurken kadın ruhu tamamen unutulmuş. Unutulan, görmezden gelinen, korkulan bu ruhun içinde kopan fırtınalar çeşitli hastalıklara isim olarak verilmiş: histeri, elektra kompleksi, cinsel soğukluk, lohusa cinneti vb. Dahası bu ruhun bilge yanı çoğu zaman hasır altı yapılmış. Her dişinin içinde yatan sezgisel bilgiden ve öngörüden korkulmuş. Bu bilgiyi diğerlerine aktarma konusunda olgunlaşan kadınlar cadılık vb. eylemlerle suçlanmışlar. Oysaki doğum yapan bir kurt ormanda kaybolan yavrusunu koklayarak arar ve bulur. Aynen bir annenin kendi bebeğini onlarca bebeğin arasından ayırt edebilmesi gibi.

'Ben aslında'

Belki de kadın ruhunun ilk cesaret dolu adımı içindeki bilgiden korkmaması ve onu yaratıcı ifadeye dönüştürmesi olmuştur. Bedelleri ne kadar ağır olsa da hayat sahnesi, içindeki ruhtan korkmayan binlerce kadını ağırlamış. Kadının kendi ruhuna yaptığı yolculuk elbette zamansızdır, ancak bu yolculuğun doruğunu yazar ve araştırmacı psikanalist Clarissa P. Estes 49 ile 56 yaş arasında olduğunu ileri sürer ve ekler, “birçok kadın için, kadın bilgeliğinin bu evresinin ilk yarısı yani kırk yaş civarına kadar olan kısmı, belli bir ölçü izleyerek önemli ölçüde içgüdüsel olan çocuksu anlayışlardan derin anneyi bedensel olarak bilmeye doğru gider. Ama evrelerin ikinci çemberinde beden neredeyse sadece içsel bir duyguya dönüşür ve kadınlar giderek daha fazla karmaşıklaşırlar. Aslında bu karmaşanın tek ilacı belki de kadının çıplaklığıdır... Kimlik algısındaki dağılış ve 'ben aslında' diye başlayan cümleler gelir suyun altından.”

Virginia Woolf, Isadora Duncan, Sylvia Plath, Edit Piaf, Anais Nin, Camille Claudel, Frida Kahlo, Susan Sontag, Marlyn Monroe (Belki Monroe’yu bu isimler arasında görmek size garip gelmiştir, ancak Monroe, kolektif anima kavramının yaşamış örneğidir) Tezer Özlü, Nilgün Marmara ve daha niceleri “ben aslında...” diye başlayan cümleleri tamamlamış ya da tamamlayamadan hayata veda etmiş; hatta belki de hiçlikle yüzleştikleri son nefesleriyle haykırmışlardı gerçeklerini. Bu isimlerin hayatlarına ve ortaya koyduklarına bakınca bir kadın olarak hissettiğim ilk his daima hüzün olmuştur. Ancak hemen ardından cesaretlerine hayranlık beslememek elde değil. Onlar belki de kadın ruhunun en doğru rotası olan yaratıcılığı yüceltip üretkenliği en protest halde ortaya koymuşlardır. Böylece Ay’ın karanlık yüzündeki Lilith’e olan borçlarını ödemişlerdir.

Kendisi olmayı seçme hakkı

Efsaneye göre, Adem’in Havva’dan önceki eşi olan ve Adem’le aynı şekilde yaratılan Lilith, eşitlik konusunda inat edince Adem yanaşmamıştır. Her iki tarafta inatçıdır. Bunun üzerine Lilith, Tanrı’nın yasak adını söyler ve Cennet’ten kovulur, çünkü oradan çıkmanın tek yolu budur. Bu hikaye, kadının kendine yaklaşması ve yaratıcılığını sorgulaması için erkeği ve onun dayattığı sistemi elinin tersiyle reddetmesi gereğinden ziyade kadın yaratılışının aslında gizli bir güce ve isyana sahip olduğunu vurgular gibi. Kadın karanlıktır ve karanlığa dönmek için ışıktan ayrılmak zorundadır. Aydınlıkta yaratma şansı ona verilmemiştir adeta. Kadın ister okusun ister okumasın, ister çalışsın ister çalışmasın her şekilde dışarıda kalmak zorundadır. Kendisinden beklenen her şeyi mükemmellikle yapmalıdır. Aksi takdirde odasına çekilir, suskunlaşır, kendiyle konuşur ve duyduklarını yaşamaya başlar. Belki de bu yüzden sanat ve yaratı kadın için en derinde negatif kodlar içermektedir. Yaratmak büyük bedelleri olan bir deneyimdir. Bizi toplumdan soyutlayabilecek güce sahiptir. Kendi benliğimize yaptığımız bu garip yolculuk bizi sınıra taşıyıp bilinçten mahrum kılabilir. Tarihe baktığımızda hem evlilik kurumunu sürdürüp hem de kendi yaratıcı potansiyelini baskılamadan ifşa edebilen başarılı kadın sayısı cidden azdır. Evliliği sürdürebilir olmanın da bekar kalmanın da övülesi yanları yoktur. Asıl mesele kadının kendisi olmayı seçme hakkının her zaman çelişkiler ve bedeller içermesidir. Kadın için bebekler doğurmanın, lezzetli yemekler yapmanın ve eril ideallerin peşinde koşmanın dışarıdan gelen bir yaptırım olması gerçeği hiçbir şeyi değiştirmemiştir. Modern dünyanın kadına sunduğu zaferlerin de ödüllerin de bu hissiyatı değiştiremediği gerçeği ise konuyu noktalar halde. Peki bu derdin dermanı nedir sorusu yankılanıyor bu kez zihnimde.

Bu yolculukta ruhen var olduğumuz sürece bedenlerimizin de ne kadar değerli ve muhteşem olduğunu kavramak belki de atılacak ilk önemli adım olacaktır. Günümüz dünyasında sığlaştırılan bedenlerimiz hala Ay’ın her hali kadar güzel. Kadın üretkenliği, regl olma ve çocuk doğurabilme potansiyeliyle göz kamaştıracak kadar naif ve şifa dolu. Bu naifliğe teğet geçen ya da hedefini onikiden vuran şiddet, yüzyıllardır sadece kadına değil tüm ekosisteme atılan büyük bir tokat gibi görünüyor.

Kadınların yediden yetmişe verdiği mücadele, dışarıda gerçekleşiyor gibi görünse de aslında içeride sürmekte çünkü dişil olan artık iyileşmek istiyor. İşte tam bu noktada kadınlar yaratmak zorunda kaldıklarını anlıyorlar. O derin korkuya rağmen üretmek ve sanatsal olana ya da ruhsal olana yönelmek adeta yemek ve içmek gibi bir eyleme dönüşebiliyor… Bunu yaparken bir bebeği doğurmak, çalışmak, evde kalıp yemek pişirmek ya da bir dağın tepesine tırmanmak ya da altmış beş yaşında üniversiteden mezun olmak da o kadar doğal. Bunun için en başına dönmeye gerek yok. Tam şu an, burada olup biten her şey bizim için her haliyle gerçek ve en doğru örnek halinde.

Bizler hem kendimizi hem de diğer kadınları besleme gücümüzü reddettikçe, eril ideallerin ağırlığı altında ezilmeye devam edebiliriz. Kadını, ancak başka bir kadın besleyebilir. Bizler kendi doğamızı onurlandırmak ve mutlu olmak adına bir araya geliriz. İster çay saati olsun ister altın günü ya da fakülte sıralarında… Birbirimizle konuşur, bol bol ağlar, ve kahkahalar atarız. Afrikalı kadınların dediği gibi; “Bir kadının en büyük destekçisi başka bir kadındır. Ancak bir kadının düşmanı, kardeşliğin değerini bilmediğinde yine başka bir kadındır.”

“Ben aslında senin tanıdığın kadınım” diyebileceğimiz sevgi ve yaratı dolu gelecek zamanların umuduyla hoş kalın o halde.