Bir yanda da Srebrenica’ya bu gün için gelen yabancı temsilciler, gazeteciler, akademisyenler o yıllarda toplama kampı olan fabrikada bir araya geliyor. Olduğu gibi duruyor fabrika. Tıpkı o günkü gibi. Delik deşik. İsli duvarlarında bir uğultu çınlıyor. Bu bizim sesimiz mi, 17 yıl öncenin yürek dağlayan çığlıkları mı?..

Ülkede yeni yeni toplu mezarlar bulunuyor. Boşnaklar umutla DNA sonuçlarını bekliyor. Yakınlarının bulunmasını, yerlerinin belli olmasını istiyor. Bugün burada, bu yıl DNA testi ile kimliği belirlenen 520 Boşnak defnedilecek. 520 Boşnak, bedenlerinden kalan yalnızca birkaç parça ile şehitlikte kendilerine ayrılan yerlere teslim edilecek.
Derneğin Başkanı Munira Subasiç’in açıklamalarından sonra İzmirli Boşnaklar derneği “İzmir’den Bosna’ya 1 Mektup da Sizden” diyerek başlattıkları dayanışmanın sembolü olan yüzlerce mektubu annelere teslim ediyor.
Sonra… Sonra sohbet başlıyor.
Daha erken. Birkaçı ile konuşmaya yüreğimiz dayanacak mı acaba?
Hepsinin yaşadıkları o kadar ortak ki… Yaraları bir türlü kabuk bağlamıyor. Hâlâ kanıyor. İncitmekten korkarak kısa kısa sorular sormak istiyoruz.
Münira Subasiç... Derneğin Başkanı. katliamda kocasını, oğlunu, kız kardeşini ve 22 akrabasını kurban etmişler. Bütün isteği dayanışmayla birlikte adalet. lahey Adalet Mahkemesi’nin tanıklarından.
Kada Hotiç... Kocası ve çocukları ile birlikte 65 akrabasını yitirdiğini söylüyor.
Sabahata Feyiziç... Karşılaştığımız ilk anne. Kocası ve oğlu dahil ailesinden 52 kişiyi kaybetmiş. Buradaymış. Hemen yan taraftaki fabrikada. “17 yıl önce bu fabrikada toplanan 20 bin kişiden biri ben, biri oğlum, biri de kocamdı” diyor. “depoda 20 bin kişi toplandık. Kargaşada kocam bir grupla birlikte kaçtı. Ama bir kısmı kaçarken tünelde sıkıştırılıp oracıkta öldürüldü. Hâlâ da bulunamadı” diye devam ediyor...
Umudu bulunacak yeni toplu mezarlarda. Oğlu mu?.. O, 2009 yılında bulunmuş. Yeri belli yani…
Srebrenicalı’ymış Sabahata. O zamanlar burada 20 bin kişinin yaşadığını söylüyor. Sadece üç Hırvat aile varmış. Onları da öldürmüşler. Şimdi Sarayevo’da yaşıyormuş ama Srebrenica’daki evi olduğu gibi duruyormuş. Satmamış. Son söyledikleri ile buz kesiyorum: “Ben nasıl hayatta kaldım? Hep kendime soruyorum. Ben de bilmiyorum.” konuştukça yüreğimin odalarında yırtıcı kuşlar kanat çırpıyor. Patlatıp kendimi koyversem rahatlayıvereceğim sanki. Ama ne mümkün! İşte tam o sırada bir çift mavi gözün kan olup akan yaşlarını görüyorum. Bir başına oturuyor masanın diğer ucunda. Gözlerinin kilitlendiği noktada ne görüyor acaba? ”Gözleri uzaklara dalan birinin, yakınlarda olmayan bir hikâyesi vardır” diye bir söz kalmış aklımda. Onun hikâyesi ne ola?
Bir ara göz göze geliyoruz. Yanına gitsem…
Ne diyeceğim? Ne soracağım?
O güzel gözleri öyle çok şey söylüyor ki…
Baktı.
Küçük bir "Hoş geldiniz" dedi o bakışla.
Cesaretlendim. Yanına geçtim.
Kendimce bir şeyler söyledim. Dillerimizi bilmesek de yine gözlerimizi konuşturduk.
Mavi gözlümün adı Bida. Bida Osmanoviç. 1948’de doğmuş. 11 Temmuz 1995’te 47 yaşındaymış. Fabrikaya getirilen grubun içindeymiş. Sırp komşusunun uyarısıyla kaçan 21 yaşındaki oğlu da yakalanıp buraya getirilmiş. Hâlâ bulunamamış. Avucunu açıyor bana. “Bir avuç kemiği olsun razıyım. Yeter ki bileyim” diyor.
Bu akan yaşları belli ki o günden beri dinmemiş. Bida’nın annesi de öldürülmüş. O daha önce bulunmuş. Büyük oğlu ve kocası hayatta kalmayı başarabilenlerden.
Eltisinin dört çocuğu da öldürülenlerin arasında. İkisi daha önce bulunup şehitlikte yerine yerleştirilmiş.
Bugün burada bu yıl kimliği belirlenen üçüncüsü kardeşleriyle buluşacak. Biri hâlâ kayıp.
“Çok kötü şeyler gördüm, yaşadım. Çoğu kişi gitti… Başka ülkelere göçtü. Ben buradan ayrılmadım,” diyor.
Komşularının nasıl vahşice öldürüldüğünü anlatıyor… Kamyonlara doldurulup 20 bin kişiyle birlikte Tuzla’ya nasıl götürüldüklerini anlatıyor…
“Ratko (Mladiç) ve adamları kapılarımızı kilitlemeyi yasaklamıştı. Sarhoş olup gece yarıları gelir, evlerimizi yağmalar, kadınları kızları alıp giderlerdi…” diyor. Ayrıntılara giremiyor.

SREBRENİCA ÇİÇEĞİ


Söz yeni nesle geldiğinde kaygılı olduğunu ifade ederek "Şimdiki gençlerin kimi duyarlı ama çoğunun umurunda değil" sözleriyle belirtiyor…
Bida ile birlikte ağlıyoruz. Sarılıyoruz. Anneannemin anısına bir yemeni bağlıyorum boynuna.
Bir daha sarılıyor.
Gözlerini siliyor. Çantasından sadece buralarda yetişen, Srebrenica annelerinin acılarının simgesi ortası yeşil, beyaz renkli Srebrenica çiçeğinin oyasını çıkarıp tam da yüreğimin üstüne iğneliyor.
Ben hayatımda bu kadar çok hüzünlü, üzüntülü kadını bir arada görmedim. Gözleri yaşlı, bütün o yaşadıkları yıllar içinde yüzündeki çizgilere yerleşmiş bunca kadın… Kimi çocuğu, kimi eşi, kimi annesi, kimi torunu, kimi gelininden söz ediyordu. O kadar çok hikâye vardı ki orada.
Sarıldık, birlikte ağladık. Elimizden bundan başkası gelmiyordu. Kimliği belirlenebilen 520 insanını bulanların acılarını içimizde öyle derinden yaşadık ki… Çığlığa nefesimiz yetmedi.
Bir yanda şehitlikteki hazırlıklar tamamlanmaya çalışılıyor. Mahşeri kalabalık dedikleri bu olsa gerek. Yamaçtaki şehitlik her yıl daha da genişliyor. Kimi asılan listelerden yakınlarının adını, mezarının yerini numarasını öğrenmeye çalışıyor, kimi yakınının tabutu başında yasını haykırıyor. Şehitlikte yeşil ve beyaz renkler hakim. Tıpkı Srebrenica çiçeği gibi. Beyaz mermer taşlar, beyazlara bürünmüş kadınlar… Ve 520 yeşil tabut.
Bir yanda da Srebrenica’ya bu gün için gelen yabancı temsilciler, gazeteciler, akademisyenler o yıllarda toplama kampı olan fabrikada bir araya geliyor.
Olduğu gibi duruyor fabrika. Tıpkı o günkü gibi. Delik deşik.

KALPLERİMİZİ DEFNETTİK


Bir konferans vardı fabrikada…
Yabancılar çok ilgiliydi.
Arka tarafta simsiyah bir bölüm hazırlanmıştı. Özel bir ışıklandırma bazı nesneleri aydınlatıyordu.
Bazı fotoğraflar, bazı açıklamalar, katledilenlerden kimilerinin ceplerinden çıkanlar sergileniyordu…
Kiminin tabakası, kiminin ağızlığı, kiminin kalemi, köstekli saati, parçalanmış bir Kuran-ı
Kerim… Bir de… bir çift bilye.
Mavi-beyaz bir çift bilye…
Fikret’in oğlunun.
Öğle namazının ardından 520 şehit ağıtlarla defnedildi. Aileleri uzun süre mezarların başında kaldı. Benim aklımda ise Bida’nın umudu. “Bir avuç kemiğini bulsam!...”
Galiba kalplerimizi de orada defnettik. Her yıl burada insanlık defnediliyor belki de...