İki gün önceki (26 Şubat 2019) Cumhuriyet gazetesinin ana başlığı “Akademik yıkım”dı. Üst başlığında da “Türkiye yükseköğretim kalitesinde 101’nci sırada…” deniyordu. Kişisel deneyim ve gözlemlerimle edindiğim izlenimlere dayanarak burada bu çöküşün çok kısa bir özetini vermeye çalışacağım.

1960’lar, Türkiye’nin hem ileri hem de geri dönüşüm aşaması olmuştur. Birincisinin kaynağı 27 Mayıs devrimidir. 1961 anayasasıyla tarihe geçen bu eylemi silahlı kuvvetler tetiklemiş, kültürel bileşkesini aydınlar oluşturmuştu. Keşke aynı şey, yalnızca aydınların desteğiyle ve demokratik gelişme sürecinde gerçekleşmiş olsaydı! Belki öyle olacaktı, ama buna izin verilmedi… Bu kültür devrimini tersine döndürecek karşı devrimin ilk adımı, üniversitelere el atmakla atıldı. 60’lı yılların başında İstanbul Üniversitesi’ne girdiğimde, şunu öğrenmiştim: Üniversite duvarları içinde, komünizm de olsa, her şey özgürce tartışılabilirdi. Rektör istemediği sürece, polis de oraya giremezdi. Yöneticiler, öğretim üyelerinin oylarıyla seçilirdi. Hemen her alanda, öğretimin niteliği ve bilimsel araştırma yöntemleri, Hitler faşizminden kaçarak ülkemize sığınan Alman hocaların izlerini taşıyordu. “Filoloji” adı altında bizim bölümlerin kurulmasına katkı sağlayanlar da, hocalarımızın hocası olmuş o bilim insanlarıydı.

1968 öğrenci eylemleri, kısa süren bu mutu süreçte sonun başlangıcı oldu. “Anarşi” dedikleri bu eylemlerden öğretim üyeleri sorumlu tutuldu. 12 Mart darbesiyle, anayasa değiştirildi, özerklik kaldırıldı. Başta Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu olmak üzere, Türkiye’nin onuru sayılan nice öğretim üyeleri üniversiteden atıldı. Birçoğu yargılandı ve tutuklandı…

Sıra üniversitelerin akademik işlevinin yok edilmesine geliyordu. Bunu 12 Eylül’de İhsan Doğramacı eliyle yaptılar. Çünkü o, görkemli binalarla kurup geliştirdiği Hacettepe Üniversitesi örneğiyle, birçokları gibi, darbeci komutanları da büyülemişti. Oysa “bilim kurumlarının binalardan değil, insanlardan oluştuğunu” pek umursayan yoktu. Tam tersine, üniversitelere can veren “insanlar” can sıkmaya başlamıştı.

2547 sayılı yasayla 6 Kasım 1981’de kurulan Y.Ö.K.’le ilgili bütün eleştiri okları İhsan Doğramacı’ya çevrilmişti. Çünkü bu yasayla düşünce ve yayın özgürlüğü konusunda büyük kısıtlamalar getirilmişti. Örneğin öğretim üyeleri, sakıncalı ya da sakıncasız ayrımı bile yapılmadan, gazetelerde herhangi bir makale yayımlayamazdı. İlle de “yetkili kurumlar”dan izin alınması gerekiyordu. Dönemin baskıcı yönetim kesimlerinde bir üniversite fobisi egemendi. Çünkü onlara göre, üniversiteler birer “komünizm ve anarşi yuvası”ydı… Şimdi öyle bir aşamaya geldik ki, “prof.”, “dr.” sanını taşıyan bir rektör, okuryazar olmayanların ülkeye profesörlerden daha yararlı olduğunu söyleyebiliyor. Vallahi de doğru, billahi de doğru!

***

Biraz da gülümsemeye ne dersiniz? Bu kısıtlamalara karşılık, hiç değilse üniversite dışında, yani basın-yayın dünyasında belirli bir özgürlük yaşanıyordu: Yayıncılar ve gazeteciler, solculuk anlamına çekilmeyecek konularda, özellikle de mizah yoluyla, bu kısıtlı özgürlükten epeyce yararlanıyordu. Örneğin dönemin bir mizah dergisinin ön kapağına; üniversite kavramını simgeleyen İstanbul Üniversitesi'nin kemerli ana girişini klozet biçiminde göstermiş, Doğramacı’yı da pantolonunu aşağıya indirmiş olarak onun üstüne oturmuş, büyük tuvaletini yaparken çizmişlerdi. Doğramacı bunu yapanları mahkemeye vermişti. Dirençli gazetecilerle başa çıkılır mı? Yine mizah olsun diye ona şu yanıtı vermişlerdi: “Yayımlanmış poponun davası olmaz”.