Yirminci yüzyılda gelişen Amerikan ruhbilim akımı, birçok insan etkinliğinde olduğu gibi, doğal dilin kullanımını da davranışçılık ilkesine dayandırıyordu. Buna göre insanlar, dilsel bir yapı oluşturmak için önce anlama başvurmaz, o yapı kendiliğinden oluşur. Gerek yazılı, gerekse sözlü anlatımlarda her türlü öğe kendini ortaya koyar ve anlamını bulur. Bu yöntem, “anlam ya da düşünce karşıtı” (antimentalist) olarak da belirtilir.
Aynı akımın içinde yer alan Noam Chomsky ise, Descartes’ın “düşünce” kuramından esinlenerek, anlam temelinde bir yöntem geliştirir: O, davranışçılığın tersine, önce anlam öğelerinin eksiksiz biçimde yer aldığı “derin yapı” düzeyini betimler, oradan da alışılmış kullanım biçimlerine geçiş (dönüşüm) kurallarını ortaya koyar. Ona göre dilin kullanımında insan anlağı böyle işler. Bu yöntem, yirminci yüzyılın ikinci yarısında çok benimsendi.
Eğer bir zorlama sayılmazsa, diyebiliriz ki davranışçı kuram, Amerikan anamalcılığının uygulama ilkesiyle de bağdaşır: İnsanı, yaratıcılık değil, içgüdünün yönlendirdiği otomatik bir uygulayıcı olarak görür. Tıpkı hayvan davranışlarında olduğu gibi... ABD’nin bütün çabası, bu otomatik davranışı dilediğince yönlendirmek ve sömürmektir. Bilindiği gibi, hayvanı yönlendiren temel yeti “içgüdü”, insanı yönlendiren de “zeka”dır. Anamalcı yayılımcılar bu ayrımı görmezden gelerek, sömüreceği kitleleri birer hayvan sürüsü olarak görür.
Oysa Avrupa düşünce tarihi, insan türü üstüne yeni kavramlar ortaya koymaya ve geliştirmeye dayanır. Bunun başlıca belirim alanı da, düşünce dizgesini işleten doğal dildir. On yedinci yüzyılda başlayan usçuluk akımı dil ve düşünce ilişkisini gözle görülür kılmaya, on sekizinci yüzyılda başlayan aydınlanma akımı da dilin anlatım gücünü kullanarak özgür düşünce ve insan hakları bilincini geliştirmeye yönelmiştir. Bu çığırda hiçbir şey bilinç dışında bırakılmamış, hiçbir ayrıntı göz ardı edilmemiştir. Çünkü en küçük ayrımlara değin her türlü bağıntı bilinci önemsenmiştir: Hiçbir şey “öyle de olur, böyle de” diye geçiştirilmemiştir.
Bizdeyse, en eğitimli okuryazar düzeyinde bile, düşünceye önem verilmesine karşın, onu anlatma araçlarında yeterince tutarlı olunmayabiliyor. Örneğin, sürekli başvurduğumuz noktalama imleri Türkçe için düzenlenmiş uydurma kurallar değil, yapısal bir zorunluluktur ve işlevleri evrenseldir; tıpkı müzik imleri gibi…
Virgülün önemini vurgulamak için öteden beri, şu tümcedeki anlam değişikliği örnek gösterilir: “Çalış baban gibi eşek olma adam ol”. Bu, ikircikli bir tümcedir. Sözün gerçek anlamını virgülün konumu belirler: “Çalış, baban gibi eşek olma adam ol” (“Baban çalışmadı eşek oldu, sen çalış adam ol”) ya da “Çalış baban gibi, eşek olma adam ol” (“Baban çalıştı adam oldu, sen de çalış adam ol”) gibi iki değişik anlama gelebilir.
Ne yazık ki bizde kimi imlerin yanlış kullanımı örnekseme yoluyla yaygınlaştığı için, doğrusuyla birlikte ikili kullanımlar ortaya çıkıyor. Bunların başında noktalı virgül [;] geliyor. Yani [;] ile [:] birbirine karıştırılıyor. Çünkü aynı işlev için birini ya da ötekini kullananlar oluyor.
Oysa noktalı virgül bir şeyi açıklamak için değil, virgüllerle ayrılmış sözcük kümelerini ayırmak için kullanılır. Açıklama yapmak için kullanılan im [:]’dır. Örneğin:
“Şunu söylemek istiyorum; çalış baban gibi, eşek olma adam ol” (yanlış).
“Şunu söylemek istiyorum: Çalış baban gibi, eşek olma adam ol” (doğru).
Kısacası, noktalama imlerinin işlevi, yazılı anlatımda tümce içindeki anlamsal bağıntıları görünür kılmaktır. Bu, hiç de küçümsenecek bir ilke değildir.
Bana inanmayanlar, kapatılan Türk Dil Kurumu’nun “Yazım Kılavuzu”na bakabilir.